ne geçmiş tükendi ne yarınlar, hayat yeniler bizleri, geçse de yolumuz bozkırlardan, Denizlere çıkar sokaklar
27 Aralık 2011 Salı
26 Aralık 2011 Pazartesi
AYRANCI
"Yukarı Ayrancı? Aşağı Ayrancı? Hani ortada bir park var orası?" şeklinde devam eden sahne Ayrancı ismini duyan herkeste bir şartlı refleks etkisi uyandırıyor. Yani demem o ki sevgili kardeşim, muhatabın Ayrancı'da oturduğunu beyan ettiğinde az yukarıda özetlediğim espriyi yapmadan önce iki kez düşün. Zira muhatabın aynı espriyi devamla ve devamla duymaktan aşırı doza maruz kalmış ve arkasında sakladığı kürek ilen ağzına ağzına vurmaktan imtina etmeyecek bir sosyopat olabilir.
Böyle sapık sapuk yorumlar ile canım semti tanıtmaya girişmemek için söz vermiştim kendime ama yine tutamadım çenemi. Asıl Ayrancı gerçeği ne biliyor musunuz dostlar? Ayrancı, ilk insanın yaşadığı yer olabilir. Evet, olabilir. Akşam üstü iş çıkışlarında özel halk otobüsüne değil de belediye otobüslerine binerseniz ne demek istediğimi anlayacaksınız. Otobüsteki yaş ortalaması birden 76'ya fırlıyor. Bu kadar yaşlı insanın bir arada seyahat etmesi ancak bir huzurevinin Pamukkale'ye gezi düzenlemesi sırasında olabilir diye düşünmeyin. Böyle bir gerçek var ve bence ilk insan da onlardan biri. Ve en kötüsü hala yaşıyor olabilir.
İlk insan da olsa, son mohikan da olsa Allah uzun ömür versin. Peki bu insanlar neden özel halk otobüsüne değil de belediye otobüsüne biniyorlar? Çünkü özel halk otobüsü 2 lira, belediye otobüsü 1,75 lira. Dedem yaşında adamlara pinti demeye çalışmıyorum sevgili kardeşim. O kuşak tasarrufun kutsallığı ile büyümüş, savurganlığın hoş görülmediği bir dünyadan geliyor ve insanlar aldıkları terbiyeye uygun hareket ediyor.
Sosyolojik tespitimizi de yaptıktan sonra Ayrancı'nın bir evcil hayvan cenneti olduğunu söyleyerek sonraki turumuza geçelim. Kimi semtte kahvehane bol olur, kiminin bakkalı çakkalı eksik olmaz, buranın gözde işletmeleri pet shop/veterinerler. Hım, bu kadar yaşlı insan yalnız yaşıyor ve kendisine can yoldaşı arıyor olabilir mi acaba? Eğer öyle değilse yandınız sevgili pet shopçular. (Ülen gün gelecek, "pet shopçu" diye bir tanım yapacaksın deseler inanmazdım)
Bak şimdi bir aydınlanma yaşadım. Acaba semtte bu kadar çok park bahçe bulunması ile popülasyonun yaş aralığı ve evcil hayvan yoğunluğu arasında bir bağlantı var mıdır?
Herşey birbiriyle bağlantılı gibi gelmeye başladı. Sarmal bir dünyanın içinde kaybolurken yolumuz Truman Show'a çıktı len. Şuraya oturmuş masum masum Ayrancı yazarken bir anda Jim Carrey'e bağlamak da neyin nesi? İmdaaaaat
20 Aralık 2011 Salı
YAZAMIYORUM
25 Kasım 2011 Cuma
22 Kasım 2011 Salı
BİLGİÇ VE RÜZGAR
Bilgiç çocuğun, büyümüş de küçülmüş ciddiyeti şen bir kahkaha attırdı Rüzgara. Az önce çocuğun okumak için uğraştığı kitabın sayfalarını karıştırarak eğlenen Rüzgar, bu kez çocuğun kendisi ile eğlenmeye başladı. "Okumuşsun belli çocuğum" dedi, fısıldayarak. Sesi incecik akıp giden bir derenin sesi kadar yumuşaktı." Okumuşsun ama eksik öğrenmişsin. Bir bilsen neler kaçırdığını..", kışkırtıcı bir göz kırpış eklendi sözlerine.
Öfkelendi Bilgiç, gözleri çakmak çakmak. Ne kaçırmışım, boş laf bunlar?.
Bilememişsin çocuğum diye üsteledi Rüzgar. Kelimelerin sana oyun ettiğini, sana gösterdikleri yüzlerinden başka yüzleri olduğunu, ancak algını serbest bıraktığında anlamlarına ereceğini öğretmemişler sana. Bilsen ki şiir infilaktır, teslim olurdun hayata. Aslolan hayattır.
BURN AFTER READİNG
Senaryo, bir delinin kuyuya taş atması esasına dayanıyor. 40 akıllı (!) bir araya gelip taşın kuyudan çıkması konusunda bir gelişme olmayınca ortada hiç hakkında şahane bir komedi çıkıyor.
Burn After Reading, Coen kardeşlerin elinden çıkma, zengin oyuncu kadroyla dikkat çeken bir film. Filmde kimler yok ki? George Clooney, Brad Pitt, John Malkovich, Tilda Swinton, Frances McDormand (Fargo'daki uyuz kadın polis) Hani böyle ismi büyük oyuncular bir araya geldiğinde zaman zaman ortaya berbat işler çıkıyor ya, Burn After Reading asla öyle bir film değil. Nasıl olsun ki? Bir yandan Brad Pitt, bir yandan George Clooney, içi boş birer jönden ibaret olmadıklarını göstermek için adeta yarışa girmişler. Şu kadar söyleyeyim, George Clooney'in canlandırdığı karakterin gerçek bir "yavşak" olarak aramızda yaşadığına, Brad Pitt'in karakterinin ise dünyanın en sevimli ve boş kafalı adamı olduğuna inanıyorum. İkilinin birlikte oynadığı, bana biraz Pulp Fiction'ı çağrıştıran ölüm sahnesi, belki de sinema tarihindeki en komik ölüm sahnesi olabilir. Brad Pitt komediye ne kadar uygun bir adam olduğunu daha önce de göstermişti ama Burn After Reading zirve noktası olabilir. "Kaybeden" rolünde gördüğümüz (daha doğrusu ben gördüm, seni bilmem ehe) John Malkovich "fuck" parantezine alınabilecek diyaloglarıyla Tony Soprano'ya rakip olabilir.
Genel toplamda film sana hiçbir şey anlatmayacak ama çok eğleneceksin.
11 Kasım 2011 Cuma
BİR DÖNEM BİR ÇOCUK
Biliyorum böyle söylemek çok ayıp ama Bir Dönem Bir Çocuk okumaktan hazzetmeyenler için göz korkutma kapasitesi yüksek, tuğla gibi bir kitap. Ama görünüşe aldanmamak gerek. Altan Öymen, ailenin bilge büyüğü uslubuyla hem 1940'ların Ankara'sını ince ince tasvir ediyor, hem de babasının bürokrat ve siyasetçi kimliğiyle dahil olduğu olaylar zincirini gözler önüne seriyor. Kitabın bolca fotoğraf ve o döneme ait gazete başlıkları ve karikatürlerle süslenmesi okunabilirliğini sonuna kadar artırıyor.
Zaman 40'lı yıllar olunca kitabın konusu ister istemez 2.Dünya Savaşı ile ilişkileniyor. Başta İsmet İnönü olmak üzere dönemin siyasetçilerinin bir yandan ulusal onuru korumaya çalışırken bir yandan geniş ufuklu diplomatik manevralarla ülkeyi savaş uçurumuna sürüklenmekten kurtarması oldukça detaylı bir şekilde ele alınmış. Hitler'in yürüttüğü anti semitik politikaların ülkedeki yansıması, Varlık Vergisi hukuksuzluğu gibi çok bilinmeyen konular hakkında verdiği bilgiler kitabın değerini artmış. Sonlara doğru gelen tek partili dönemden çok partili döneme geçiş ve karşılıklı taraflarda yarattığı ezber bozulması oldukça bilgilendirici.
10 Kasım 2011 Perşembe
4 Kasım 2011 Cuma
BEHZAT Ç SENİ KALBİME GÖMDÜM
"Behzat Ç'yi tanımayan adam var mı?" diye düşünmemek lazım. Arka sıralarda oturan bir genco arkadaşına "aa, ne kadar ilginç lan, film Ankara'da geçiyor" diye fikir beyan ettiğine göre hala Behzat Ç ile tanışmayan insanlar var demektir. Film, onların beklentilerine net bir yanıt vermeyebilir.
Ekibi tanıyanlar için bir yorum yapmak gerekirse, Behzat Ç'nin küfür dolu iklimine hoşgeldiniz diyebiliriz. Ekiple zaten tanış olanlar önceden aldıkları referanslarla boşlukları dolduracaklarından onlar için hiçbir problem yok. Televizyondaki biiippplerden sıkılanlar, Behzat Ç'nin nasıl bir Samsun 216 tiryakisi olduğunu bilenler için yaşasın sansürsüz Behzat. Küfür, dilin tadı tuzudur ve küfürsüz hayat sıkıcıdır. Bunu bilir, bunu söylerim. Filme çoluğu çombalağı toplayıp gitmeyeceğimize göre varsın küfretsin amirim.
Oyuncular yine her zamanki gibi, Selim sevimsizi hariç herkes işin hakkını vermiş. O garibimi de belli ki ayıp olmasın, ekiptendir diye filme almışlar. Yoksa kardeşimin bir repliği bile yok. Selim'in repliği yokken Pilli Bebek'in müzikleri konuşuyor.
İlk film için iyi bir başlangıç, değil mi?
14 Ekim 2011 Cuma
8 Ekim 2011 Cumartesi
SERENAD ve MUTLULUK
Daha önce de Zülfü Livaneli kitaplarına ilişkin bir şeyler karalamıştım. Şurada Leyla'nın Evi, şurada da Engereğin Gözündeki Kamaşma var, örneğin.
Arada Seranad ve Mutluluk'u da okudum. Ama şu ana kadar bir şey yazmamıştım. Önce Mutluluk'tan başlamak gerek sanırım. Mutluluk kitabını oldukça beğendiğimi söylemek istiyorum. Bu topraklarda ezelden beri yaşanan ve maalesef daha uzun süre yaşanacak gibi görünen töre ilkelliğini oldukça net anlatan bir kitap Mutluluk. Tamamen farklı dünyalarda (hatta belki gezegenlerde) yaşayan kişilerin zıtlığı kitabı oldukça zengin ve besleyici bir hale getirmiş. Karakterlerin alt yapısı okuyucuyu sıkmadan ince ince işlendiğinden birbirlerinden farklı yerlerden gelen üç kişinin buluşmasından çıkabilecek sonuç okuyucunun tahmin edebileceği hale gelmiş. Öngörülebilirlik kitabı sıkıcı değil bilakis gerçekçi kılmış.
Bu arada aynı adlı film için de bir iki kelime edeyim. Biliyorum, bir kitap filme aktarıldığında okuyucunun zihninde yarattığı evrenin filmde yaratılan evrenle örtüşmesi pek mümkün değildir ve uyarlama filmlerin vebası budur. O yüzden çok acımasız olmak istemiyorum. Ama filmdeki karakterlerin tek boyutlu görünümleri kitaptaki zenginliğin yanına bile yaklaşmıyor. Oyuncuların çabası filmi izlenir kılıyor belki ama kitaptaki lezzetin kitapta kaldığını söylemeliyim.
Bir başka eleştirim kitabın mevzuya bir türlü giremeyişi, biraz yapay bir esrar perdesi altına saklanması. Bu da kitabı olması gerektiğinden daha uzun bir hale getirmiş. Bu kadar eleştiriden sonra azcık da övelim değil mi? Kitabın barındırdığı tarihsel bilgiler belli ki uzun bir araştırma dönemine dayanıyor ve her türlü övgüyü hak ediyor. Ansiklopedi karıştırsanız ulaşamayacağız bir takım tarihi gerçekler enfes bir dramatik paket halinde beğenize sunulmuş, okumazsanız siz kaybedersiniz.
Kısa bir tanım yapmak gerekirse; Serenad yemesi zor, sert kabuklu bir meyveyi andırıyor. Kabuğunu aştıktan sonra gerçek bir haz vadediyor.
27 Eylül 2011 Salı
17 Eylül 2011 Cumartesi
NEFRET ETTİĞİM KELİMELER VOL BİLMEM KAÇ
Bir de iş görüşmelerinde sorulan gıcık sorular var tabi. Adam bizim vereceğimiz parayla nasıl geçineceksin diye soruyor. Daha fazlasını ver o zaman paşam. Tutan mı var? Ya da, okul bitmiş, askerden gelmişim, adam nasıl geçiniyorsun diye soruyor. Hafif mahçup "ailem yardım ediyor " diyorum. "Ayıp olmuyor mu bu yaşta aileden yardım almak" diyor. Ayıp olduğu için iş arıyorum diyorsun. Bu sefer biraz sinirli misin diye soruyor. Kafayı şimdi mi vursam, tam çıkarken dönüp burnunun üstüne mi geçirsem diye fanteziye dalınca sonraki soruları takip edemiyorum, o oluyor.
İnsan Kaynakları:Kapitalist bir düzenin içinde oradan buraya savruluyoruz. Çoğumuzun tek yapabildiği şikayet etmek. Genelde kapitalizme gönül vermiş liberaller karıncayı sitip belini incitmeme ilkesiyle üstümüze binip kırbaçlarını vururlar ama şu departmana (!) niye başka isim düşünmemişler hiç bilemedim.İnsanı bu kadar maddeleştiren, hammadde, mobilyalık kereste yerine koyan başka bir tabir olamaz sanırım. Aklıma hep şu Matrix'teki insan tarlaları geliyor. Bir takım kravatlı zibidiler oradan adam seçiyor. Biz de öyle meleşip duruyoruz beni seçsin, beni seçsin diye ama çoğunlukla aldığımız cevap "sen gelme ulan ayı" netliğinde.
Neyse yahu, derdimiz bu olsun. Ruhunu şeytana satmış pezevenkler kıdem tazminatını kaldırma niyetinde, bizim derdimiz insan kaynakları olsun.
10 Eylül 2011 Cumartesi
5 Eylül 2011 Pazartesi
FALLEN
Katilin ruhunun geri dönmesi temalı filmleri sevmiyorum. (Korkuyorum len, evlerden ırak) Nedense bana sıkıcı geliyor. Büyük ihtimal bu duygunun oluşmasında yıllar evvel Star'da seyrettiğim ve elektrikli sandalyede idam edildikten sonra şehrin elektrik şebekesinden geri gelen (Oha) katilin yarattığı travma aktif rol oynamıştır. Ayrıca Denzel Washington'a da hafiften gıcığım. (Tavşan Denzel'e küsmüş...) Neredeyse bütün filmlerinde kendine güvenli, otoriter, mücadeleden yılmayan yani benim hayat boyu olamadığım her şeyi olan tipleri canlandırdığı içindir. (Ben küçükken babam beni kamçıyla döverdi. Yuhhh, ehehe) Özetle filmi beğenmemem için her türlü koşul hazır ve lakin filmi beğendim. Beğenmediğim tarafları var; mesela adamımızın eşşek cennetini boylayan katilin ruhunun geri geldiğini anlaması biraz fazla uzun sürüyor. (Onun gerçek bir hayat sürdüğü iddiasında olan bir hayal kahramanı olması, benim gerçek hayat süren bir hayalperest olmamı engellemez.) Ama bu ve bunun gibi engelleri aştıktan sonra sokakta kendi halinde yürüyen insanların aniden Suriye Aramic (?) dilinde konuşmaya başlaması ve aynı zamanda bayağı iddialı katillere dönüşmeleri gibi oldukça ürkütücü detayla filmi renklendiriyor. Unutmadan; Rolling Stones'un muhteşem şarkısı da yerli yerinde kullanılmış ve istenen ürpertiyi doyasıya yaşatmış.
Sürpriz sonlu filmlerden tiksinenler için kötü bir haberim var. Ama hemen karalar bağlamamak lazım zira o türden bir sürpriz son yok. Hoş bir detay diyelim, maksatlar gönüller bir olsun anacım;
27 Ağustos 2011 Cumartesi
ANNEMİN ÖĞRETTİĞİ ŞARKILAR
Marlon Brando, hepimizin az ya da çok tanıdığı ve sevdiği, kimimizin (mesela benim) diğerlerinden bir parça daha değerli bulduğu çok önemli bir oyuncu. Ama bu kitabın bana öğrettiği Brando'nun oyunculuğundan ziyade ne kadar dolu ve duyarlı bir adam olduğu. ABD'deki ırk ayrıma karşı çıkan hareketlere verdiği destek onun çapında şöhrete sahip bir oyuncudan görmeye alışık olmadığımız bir davranış. Irk ayrımı derken gerek siyahlara, gerekse Amerikan yerlilerine yani bizim dilimizde yerleşmiş karşılığı ile Kızılderililere verdiği destekten bahsediyorum. Bizzat eylemlerin içinde bulunacak ve Oscar törenine ödülü almak üzere Kızılderili bir genç kızı gönderecek kadar net bir tavır bu:
Bu bir biyografi kitabı ve doğal olarak Marlon Brando'nun çocukluğundan kitabın yazıldığı döneme kadar bütün hayatı ele alınmış. Bu dönemin içinde sorunlu ailesi, askeri okul tecrübesi, ilk oyunculuk deneyimi, kontrolden çıkmış çapkınlığı, en az kendisi kadar ünlü diğer oyuncu ve yönetmenlerle olan ilişkileri elbette önemli bir yer tutuyor. Ancak şımarmak için gerekli bütün doğal şartlara sahip insanoğlunun diğerleri hakkında bu kadar duyarlı olması, tarihe, bilgi birikimine ve çevreye karşı gösterdiği hassasiyet bence gerçek bir samimiyet göstergesi. Bu samimiyetin beğeni ve parayla ödüllendirilmesi diğerleri için bir ışık olmalıydı ama hayat işte.
Biraz magazin yapacak olursam kitapta bahsedilen bir kaç kişinin ismini vermem yeterli olacaktır: James Dean, Charlie Chaplin, Coppola, Elia Kazan ve tabi ki Marilyn Monroe
Bir zamanlar botlarına bulaşan inek pisliğinden utanan bir gencin nasıl olup da Tahiti'de bir adaya sahip olduğunu merak etmez misiniz?
26 Ağustos 2011 Cuma
24 Ağustos 2011 Çarşamba
SAİNTS AND SOLDİERS
Saints and Soldiers da yine bir 2.Dünya Savaşı filmi. Düşük bütçeli bir film olduğu, yaklaşık 1 milyon dolara mal olduğu söyleniyor. (1 milyon dolar az para mı lan it dediğinizi duyar gibiyim) Ama şöyle düşünmek lazım, bu bir dönem filmi ve topudur, tüfeğidir, kıyafetidir, tayyaresidir bilumum askeri malzemenin tedarik masrafıdır yorar bütçeyi. Amann, neyse efendim, bize ne? Kaç paraysa kaç para...
Diğer savaş filmlerinden az bir farkla ayrılan filmimizde kahramanlarımız Amerikan askeridir ve Almanlar'a esir düşmüşlerdir. Bir kargaşa sırasında esaretten kurtulurlar ama karda, kışta silahsız, cephanesiz, yiyeceksiz ortada kalırlar. Aralarına katılan bir İngiliz pilotu önemli bilgiler taşımaktadır ve macera başlar. Alman hatlarının yarıp birliklerine ulaşmaları gerekmektedir. Bütün filmi anlattın geriye izleyecek bir şey kalmadı diye itiraza kalkışma yiğidim, bu yazdıklarım zaten DVD'nin kapağında da yazıyor. Önemli olan yolculuk değil, yolculuk sırasında birbirlerine açtıkları sırları.
Bir savaş filmi olarak çatışma sahnelerinde sınıfta kaldığını söyleyebilirim. Benim gözüme bir kaç sahne dışında biraz amatör işi göründü. Ama genel olarak kötü bir film değil. Hani ne derler, türünün meraklısına...
22 Ağustos 2011 Pazartesi
THE NEXT THREE DAYS
" My name is Maximus Decimus Meridius, commander of the armies of the north, general of the felix legions, loyal servant to the true emperor ,Marcus Aurelius, father to a murdered son, husband to a murdered wife, and i will take my vengeance in this life or the next!!!"
(Böyle Frenk dillerinden alıntı yapınca ukala gözükme riski var amma konuyu herkes biliyor, o yüzden özet geçmek gerekirse; "şimdi kabileni zittim" diyebiliriz)
Ha, ne diyoduk Russell Crowe, evet, kendisini sevmemin bir diğer sebebi harikulade ses tonu. Son olarak da bir ödül töreninde o nefis sesiyle "hayallerinizin peşinden koşmaktan korkmayın kardeşlerim" temalı bir konuşma yapmış olması. Öyle etkileyiciydi ki bütün hayallerimi gözden geçirdim, bir müddet bu konuşmaya layık olmak için hayal kurdum.
Öhm, Russell Crowe ile olan ön sevişmemizi bitirdikten sonra konuya gelelim. Bu kadar gladyatör referansı verdikten sonra Russell Abi'nin yine kıyma makinesi şeklinde estiği bir film beklemeyin. Tam tersine, bu kez devlet okulunda öğretmenlik yapan sıradan bir adamı canlandırıyor.
Evet, filmimiz hapishaneden kaçma teması üzerine kurulmuş ancak minik bir farkla. İçeride olan Russell Crowe'un canlandırdığı John karakteri değil, onun karısı. John, ince ince, ilmek ilmek bir plan yaparak karısını hapishaneden kaçırma uğraşı içine girer. Bu işler nasıl olur, ne yapılır, nereye kaçılır bilemediği için bir bilene danışır, internet, google ne varsa döker ortaya ve eyleme girişir. Firar hazırlığı bir parça uzun, birazcık durağan ama sonlara doğru yükselen tempo gerçekten heyecanlı. Karşımızda bir klasik yok ama iyi vakit geçirmek için ideal bir film var.
18 Ağustos 2011 Perşembe
BLOĞUN ŞAFTI
http://fizy.com/#q/neler+mi+istiyorum
Edit:Veremedim, kara gözlüm.
Şarkı: Neler Mi İstiyorum, Solist: Doğan Canku
Beljim: Dü point (Örövizyon şeysi)
16 Ağustos 2011 Salı
HAVA KURŞUN GİBİ AĞIR
Hıfzı Topuz, Nazım Hikmet hakkında bir kitap yazmış, adını da Hava Kurşun Gibi Ağır (Nazım Hikmet'in Romanı) koymuş. İdefix, kitabın tanıtım bölümüne Hava Kurşun Gibi Ağır'ı okurken 1940'lı yılların karanlığına yeniden tanık olacaksınız demiş. Bu ifadenin kısmen doğru olduğunu söyleyebilirim.
Nazım Hikmet'in hayatını konu alan bir kitabın Nazım Hikmet özelinde ilerlemesi, yani onun hayatını, romantik kişiliğini ve ilişkilerini temel alması, mücadelesine değinmesi kuşkusuz makul bir durum. Ama şu var, kitap öyle bir ilerliyor ki bir müddet sonra öznenin üzerine bu kadar odaklanması genel çerçeveyi görmemize engel oluyor. Şunu demek istiyorum, keşke Nazım Hikmet'in hayatını, cezaevi koşullarını, açlık grevini ve saireyi anlatırken biraz da dünyanın ve ülkenin ahvaline değinilseymiş. Kitabın kahramanı bir biçimde hayatını yaşarken, akıp giden toplumsal hayatın dışında olmadığına göre bu kadar içedönüklük bir yerden sonra hayatın ta kendisi olan şairi bir masal kahramanına dönüştürüp gerçeklikten koparıyor. Oysa anlatılan gerçek bir yaşam öyküsü. Bir aşktan diğerine koşan, cezaevlerinde çile dolduran, Milli Mücadele'ye katılmak için yollara düşen farazi bir kişilik değil, hepimizin bildiği, tanıdığı bir kimse.
Örneğin Altan Öymen'in Öfkeli Yıllar'ı bu formülün mükemmel uygulandığı bir kitap. Aradaki tat farkını anlamak için her ikisi de okunabilir. O kitap hakkında şurada birşeyler yazmıştım.
Benimkisi naçizane bir eleştiri. Yoksa eldeki kötü bir kitap değil. Kaç tane dünya şairimiz var ki zaten?
NEFRET ETTİĞİM KELİMELER VE SAİRE
Adam gibi adam:Bir numarayı en başa koydum. Duyunca kuru kahvenin üstüne limon sıkıp ağzıma atmışım gibi bir his yaratıyor. (Kuru kahvenin üstüne niye limon sıkıp ağzıma atıyorum, manyak mıyım neyim? Yok len, motoru bozunca işe yarıyor) Öylesine iğrenç, öylesine tiksindirici. Bu laf, son birkaç yılda moda oldu. Başlarda türkücü diye ortalarda gezinen ayı yavrusundan hallice adamlara ve kadınlara has bir sıfat iken çok sevilmiş olacak ki her türlü ortamda zikredilmeye başlandı. Sanırım kişinin mert, özü sözü doğru bir kimse olduğunu anlatmaya çalışıyorlar. Tabi kadınlık bu heriflerin zihninde "kancıklığa" işaret ettiği için "kadın gibi kadın" ifadesini kullanmıyorlar. "Erkek gibi erkek" deseler yaptığı cinsel çağrışımdan ötürü başları belaya gireceğinden adam gibi adam yoluna sapmayı tercih ediyorlar. Saptıkları yoldan geri dönmemelerini temenni ediyorum.
Düğmeye basmak: Bunu ekseriyetle haber bültenlerinde duyuyoruz. Zaten başka bir ortamda biri dese elimin tersiyle ağzına çarparım. Şimdilik televizyona küfretmekle yetiniyorum. (Kendime not: televizyonla konuşmayı azalt)İlk olarak Beyaz Enerji Operasyonu sırasında duymuştuk sanırım. İşin içine bir bakan girince durumun ciddiyetini vurgulamak için sivri zekalının biri tarafından uydurulduğunu sanıyorum. Şimdi vara yoğa düğmeye basıyorlar. Devletimiz sağolsun, her gün bir ton operasyon yapıldığından düğmeye basa basa yalama oldu düğme. Bence bu düğmeye basma meraklısı arkadaşlar zor bir çocukluk dönemi geçirmişler. Onların hiç oyuncakları olmamış, şimdi bulmuşlar bir düğme basıyorlar da basıyorlar. Onlara ettiğim küfürlerin içerik olarak ne kadar zengin olduğunu bilseler, inanın bu kadar rahat basamazlardı, düğmeye...
>Sıfır noktası: Bu da bir haber klasiği. Sınırın sıfır noktasında operasyon yapıldı, efendim, sıfır noktası geçildi filan diyerek bir yılan gibi süzüldü hayatımıza. Şimdi düğmeye basmadıkları zaman sıfır noktasını geçiyorlar. Mesela geçen Harikalar Diyarı'nda iftar yemeği verilmiş. (Harikalar Diyarı deyince aklına Woodstock gibi bişi gelmesin len, böyle atlıkarınca var, dönme dolap var, made by Melih Gökçek) İftar sofrasını Harikalar Diyarı'ndaki gölün kıyısına kurmuşlar. (Su birikintisi görünce bir yeme içme arzusu doğması ne acayip lan) Muhabir durur mu patlıyor haberi: İftar gölün sıfır noktasında açıldı. Sanki davetliler Allah Allah diye taarruza geçmiş iftarlıklar üstüne.
Yapıyor olacağız: Bi de bu var. Neresinden tutsan elinde kalır. Bunu daha çok bankacılar, kurumsal olma iddiasındaki şirket çalışanları kullanıyor. Şunu demiyor: Falanca tarihte şu işlemi yapacağız ya da şu olduktan sonra bunu yapacağız. Demiyor arkadaş. Onun yerine nokta nokta yapıyor olacağız. Bu kalıbı kim bulduysa onun ağzına yarım kilo balı boca edip elini kolunu bağladıktan sonra karınca yuvasının yanına yerleştirmek istiyorum.
27 Temmuz 2011 Çarşamba
SIKILDIM
mutfaktan elime geçen cam bir bardağı kırıp ilk önüme gelenin gırtlağına saplasam bu benim kontrolü tamamen yitirdiğime mi delalettir yoksa bunun hayalini kuruyor olmak bende hala yaşam belirtisi olduğuna mı karinedir? o değil de yarın bir gün adli bir vakaya karışırsam bir önceki satırı okuyan habercinin mal bulmuş mağribi gibi atlayacağını, haber bültenlerinde gözlerini devire devire, "kaaatil blogunda işleyeceği cinayeti adeta ilan etmişti" diyeceğini artık hepimiz biliyoruz. neyse mevzu o değil...
insanın 8:30 ila 19:00 saatleri arasında aslında yaşamıyor oluşu, saatleri 19:01'i gösterdiği anda nefes alıp vermeye başlaması nasıl bir mucizeydi? bu hesaba göre bir gün 13,30 saat ediyordu. peki geri kalan 10,70 saati tahsil etmek için kime başvuracaktık? eğer ciddi ciddi istiyorsak hayatımızdan çalınan saatleri kimi dava etmeliydik?
son bir şey, o haberci var ya hani, müstakbel cinayetimin görgü tanığı, bütün içtenliğime kendisine kafamın girmesini dilerim.
19 Temmuz 2011 Salı
KİLL THE İRİSHMAN
Başrolde Ray Stevenson gerçekten iyi bir iş çıkartmış. Göbekli bir Val Kilmer, polis rolünde ona yarenlik ediyor. Bir zamanlar futbol sahalarında terör estiren Vinnie Jones, bu kez (ve hatta yine) kafa göz patlatıyor. Vinnie Jones'un aktörlüğü ile futbolculuğu arasında pek bir fark yok:
Ve tabi ki tüm zamanların en klas adamı Christopher Valken, çok büyük olmasa da kilit bir rolle beklenen yerini almış. Valken demişken şu klibi anmadan olmaz:
Netice itibariyle, güzel film
4 Temmuz 2011 Pazartesi
1 Temmuz 2011 Cuma
SALAKLIĞIN KISA TARİHİ
Poğaçalarımı almış, iş yerinin yolunu tutarken gözüm elinde sıkı sıkı tuttuğum paraya takıldı. Evet, doğru görüyordum. Az önce 10 lira verip 2 poğaça almıştım ama elimdeki para olsa olsa bir 5 lira üstü olabilirdi en fazla. 10 liraya iki poğaça alarak başlamıştım güne. Ay pek mutluydum.
O kadar para verdikten sonra lezzetinden yemeye kıyılmayan sabah nevalesini lüplettikten sonra sıra cigara tellendirmeye gelmişti ki bu da bir başka alışveriş süreci anlamına geliyordu. Azimli bir insan olduğum için bu küçük problem bana engel teşkil edemezdi. Nitekim etmedi ve en yakın marketin yolunu tuttum. Marketten elimde sigara ve bir miktar para üstüyle çıktığımda aklımdan geçen tek şey derhal bir sigara yakmaktı ve fakat gözüm yine elimdeki bozukluklara takıldı. Bu kez de sigara için 20 Tl vermiş ve karşılığında 10 TL üstü almıştım.Geriye dönüp" marketçi, marketçi noldu bizim para üstü" desem muhtemelen "ne para üstü" gibi gayet rasyonel bir cevapla karşılaşmam kuvvetle muhtemeldi ve ben kuvvetle muhtemelden kesin kadar korkardım. Öyleyse... 20 liraya aldığım sigaranın zevki paha biçilemezdi. Paha biçemedim.
Comboyu tamamlamak için son bir hamle daha yapmam gerekiyordu ki Jerry Lewis olsa bu kadarını yapabilirdi. Oraya giderken elimde bir evrak çantası olduğuna göre çıkarken de elimde bir evrak çantası olması yeterliydi. Evrak çantasının mülkiyetinin o anda hiçbir önemi yoktu. Uuzaklarda çağıldayan pınar sesi gibi bir sis perdesinin arkasından gelen "o benim çantam, o benim çantam" özdeyişine aldırmadan yürümenin de aynı derece anlamsız olduğunu kabul etmem gerekirdi. Astalavista baby!
29 Haziran 2011 Çarşamba
28 Haziran 2011 Salı
GODSEND
Filmin, genetik bilimine ahlakçı yaklaşımı olamamasının en büyük nedenlerinden. Başından sonuna kadar "genlerle oynarsan Allah adamı taş eder" mesajını yedire yedire veren film asıl konuyu pas geçip ürkütücü çocuk üzerinden germeye çalışınca son derece başarız olmuş. (Bu korkutan çocukların ağzına ağzına vurasım var) Filmde Robert De Niro'nun rol alması umutları artırsa da Robert De Niro, Al Pacino, Antony Hopkins gibi kalburüstü oyuncuların otomatik pilota takıp oynadıkları pek çok filmi gördükten sonra büyük yıldız yerine, başarıya aç yeni yetenekleri keşfetmek lazım deyip futbol göndermemizi yapalım, eksik kalmasın.
Son bir şey; benim için çok önemli değil ama filmin imdb notu 4.7
25 Haziran 2011 Cumartesi
THE RİVER KİNG
Pek çok Amerikan filmi karla kaplı kasabalarda geçiyor. (Örnek vermezsen şerefsizsin deme, otur aç izle, adamın asabını bozma. ) The River King, karların arasında yolunu bulmaya çalışan bir film (Metafora gel)
Kasabalıların biraz ürkerek yaklaştığı kolejin öğrencilerinden biri hakkın rahmetine kavuşur. Rahmetli,depresif bir kişilik olduğundan tüm kasaba halkı bunun bir intihar olduğu konusunda hem fikirdir. Ama adamımız, polis memuru Abel bunun bir intihar değil, cinayet olduğu konusunda emindir. Olayı aydınlatmak için merhum Gus'ın dünyasına dalar.
Buraya kadar tipik bir inandığı fikir uğruna sonuna kadar giden yalnız adam filmi gibi duruyor ama esas hikaye Abel'ın çocuklukta geçirdiği travmanın şimdiki yaşantısına etkisi olunca film azcık renkleniyor. Bu durumun açıklandığı bölüm filmde 5 dakikalık bir bölümü oluşturuyor gerçi. Hani o beş dakika için değer mi, filmin imdb puanı 10 üzerinden 5,8. Kararı siz verin.
Filmin yönetmeni Nick Willing, Abel rolünde Edward Burns var. (Mr. Burns ehehe)
17 Haziran 2011 Cuma
9 Haziran 2011 Perşembe
1 Haziran 2011 Çarşamba
LOS LUNES AL SOL
23 Mayıs 2011 Pazartesi
NASIL KOYDU AYKUT KOCAMAN
10 Mayıs 2011 Salı
BAŞKA KENT ANKARA
24 Nisan 2011 Pazar
PENCERE İÇİ MAHKUMU
MAHKUM
Midem hayattan ne kadar bulanıyorsa, sana o kadar aşığım. Seni dünya kadar seviyorum, demeliyim, çünkü seni dünyadan nefret ettiğim kadar seviyorum.
Ziyan-Hakan Günday
Her sabah gün ağardığında insanlar yeni günü karşılamak için gözlerini açıyorlar. Bizlerin hayatında güneş ışığına yer yok belki ama yılların alışkanlığını bir çırpıda terk etmek zor. O yüzden her sabah genç mahkumlar, ihtiyar mahkumlar, zengin mahkumlar, gariban mahkumlar hep birlikte yeni günü selamlamak için açıyoruz gözlerimizi. Gardiyan İsmail bile çipil gözlerini açıyor arsız arsız. Herkesin bir beklentisi var. Bir fabrikada işçiyken para meselesi yüzünden en yakın arkadaşını bıçaklayan Selim genç karısını görmeyi bekliyor görüş gününde. Diğerlerinin alaycı gülüşlerine aldırmadan. Tarla meselesi yüzünden komşusunu vuran Ahmet Ağa af haberi bekliyor. Pişmanlığın gölgesi düşmüyor hiç yüzüne. Gardiyan İsmail’in derdi malum, o günkü cukkayı doğrultmanın peşinde.
Ben ne bekliyorum peki? Buraya düştüğüm günden beri benim beklediğim hiç değişmedi. Ne af çıkması umrumda, ne ziyaretçi gelmesi. Ben bunların çok ötesindeyim artık. Her sabah içimde bir umutla alıyorum parmaklıklı pencerenin içindeki yerimi. Bazen biraz gecikiyor, o zaman karanlıklara düşüyor gölgem, görünmez oluyorum. Bazen beklediğimden erken gösteriyor yüzünü, güneş o zaman açıyor benim için, o zaman aydınlanıp yeniden insan oluyorum. O gelene kadar bu esaret dünyasına adım atmama neden olan günahımla savaşıyorum. Zamanı geri akıtıp aldığım canı sahibine iade etmek istiyorum. Ta ki o gelinceye kadar… Onun rüzgarı alıp götürüyor bütün pişmanlıkları, dişlerimi sıkıp bir küfür gibi fısıldıyorum yeni güne, “yine olsa yine yaparım, ilk seferindeki kadar acımasız olurum üstelik, çiçek bahçelerinde gezinen asker postalları kadar sert olur adımlarım, dönüp geriye bakmam bile”
Sayısız penceren vardı bir bir kapattım
Bana dönesin diye bir bir kapattım
Göğe Bakma Durağı-Turgut Uyar
KADIN
Eski mahallemde barınamazdım artık. İnsanların parmaklarıyla gösterip “işte o ” diye birbirlerine fısıldamalarının günahını daha fazla taşıyamazdım boynumda. Oysa severdim oraları. Eski Türk filmlerindekine benzer siyah-beyaz bir hayatın hüküm sürdüğünü sanırdım gizliden gizliye. Aslında siyah beyaz olduğunu sandığım hayat değil, insanlardı. Bembeyaz saçlarıyla geniş bahçeli bir evde, kedileriyle birlikte yaşayan Müşerref Teyze beyaz bir insandı örneğin. Sanki hayatında hiç hata yapmamış gibi yaşar giderdi usul usul. Düğüne, cenazeye en önce o koşar, eksiği gediği o kapatırdı, sutyeninde sakladığı bitmek bilmez kefen parasıyla. Şarapçı Rıza siyahtı Müşerref Teyze’nin aksine. Bütün gün avare avare dolaşır, şarap parası bulduğunda içki küpüne düşer, karısını çoluğunu çocuğunu döverdi bitmeyen öfkesiyle. Mahallenin gençlerinin arada toplanıp insanın az, Allah’ın bol olduğu kuytularda onu hizaya getirmesinin nedeni buydu. Karı koca arasına girilmez, ama sabi sübyana göz yaşı döktüren affedilmezdi.
Dingin hayatımızda hepimiz mutluyduk. Kimin siyah, kimin beyaz olduğunu bilmemiz hepimize mutlak bir güven duygusu aşılıyor, gece karanlığında bile pusulamız hep kuzeyi gösteriyordu. Hiç sağa sola sapmadan akıp giden bir hayattan daha fazlası olup olmadığını merak etmiyorduk. Arada kafasını kaldırıp acaba diye sormaya niyetlenenler gündelik hayatın bekçisi mahalleli tarafından gördüğü kabustan uyanması için sertçe sarsılıyordu, o kadar. Mahallenin ruhunda grilere yer yoktu çünkü.
Sonra o çıkıp geldi. Siyahtı o da, beyazdı. Griydi, maviydi, sanki gökkuşağının renkleri yetmemiş, Tanrı’dan daha fazlasını istemiş, Tanrı da ona insanoğlunun bilmediği, keşfedilmemiş renkleri bağışlamış gibiydi. Birinden az, birinden çok ama hepsinden bir parça… Göz dediğimiz ruh kapılarıyla bakmak mümkün değildi ona, onu görmek istiyorsan daha fazlasını yapmalıydın. Işığı o kadar kuvvetliydi ki kapılarını ardına kadar açmazsan ona ulaşman mümkün değildi. Kadim bir büyünün etkisine girmiş gibi, hipnotize olmuş gibi sıyrılmıştım bilincimden, kurallardan, yasaklardan…Ve sonunda onunla bir olmuştum, artık onda hangi renkler varsa bende de aynıları vardı. Siyah beyaz insanların yaşadığı o mahallede Tanrı’nın kutsadığı renklerle donanmış bizlere yer yoktu artık. Grinin bilinmezliğine bile tahammülü olmayan insanlar arasında gözün görmediği renkleri taşıyan bizler cüzam hastaları gibi lanetlenmiştik.
NÖBETÇİ
Şafak 26 ve hala nöbetteyim. Şöyle ağız tadıyla bir şafak sıkıştırması bile yaşatmıyorlar insana buralarda. Başka yerlerdeki tertiplerim çoktan nöbetten düşürmüşlerdir kendilerini. Cezaevinde asker olmanın en büyük zorluğu bu. İçerde gün sayan mi mahkum, yoksa elde silah nöbet kulübesinde gün sayan mı karışıyor bir yerden sonra. Bazen 60’ını çoktan geride bıraktığı için kimsenin ilişmediği, bütün gün cezaevi bahçesindeki otla böcekle uğraşan müebbet mahkumu Arif mi özgür, yoksa ben mi, bilemiyorum. En azından onun elinde 4,5 kiloluk bir otomatik tüfek yok, ayağı beton yerine toprağa basıyor. Bu bile bir şeydir değil mi? Yukarıda nöbet kulübesinde olmanın avantajı caddeden geçen liseli kızları kesmekti eskiden. Rüzgarda uçuşan saçlarına takılıp hayallere dalmak güzeldi. Yeniden sivil gibi hissetmenin yolu liseli kızların göğüslerine sıkı sıkı bastırdığı kitaplardan geçiyordu benim için. Yeni bölük komutanı geldiğinden beri nöbetçilerin başlarını o tarafa çevirmesi yasak. Sözde nöbetçiyiz ama yalnızca cezaevi duvarlarını izlemeye yetkiliyiz. Cezaevi duvarında neyi izleyeceğim ben? Şu bütün gün pencerenin içine tüneyen uğursuz baykuşu mu? Henüz asker olmanın raconunu öğrenmediğim, ağzımdan tek bir küfür bile çıkmayan ilk günlerimde ne kadar garipsemiştim bu herifi? Bütün gün pencerenin içine oturup etrafı gözleyen bu şerefsize yazsalardı ya bütün nöbetleri, bizden daha hevesli görünüyordu nöbet tutmak konusunda. Dedelerimden öğrendim sonra. Meğer bu puşt bir kadın sevmiş. Dediklerine göre kadın da bunu. Ama kadın evliymiş. Bizim baykuş çekmiş vurmuş adamı yol ortasında kovboy filmlerindeki gibi aynı. Almışlar, şehrin ortasında kalmış bu eski cezaevine tıkmışlar herifi. Kadın da yolun karşısındaki eve taşınmış, tel örgülerin hemen arkasına. Bütün gün adam pencerenin içinde, kadın evin önünde, bakışır dururlar şimdi. Bakışsınlar bakalım, bana ne, şafak demiş cart curt, bu saatten sonra bana nesi?
22 Nisan 2011 Cuma
YAŞASIN ZAYIFLARIN KARDEŞLİĞİ
21 Nisan 2011 Perşembe
ENGEREĞİN GÖZÜNDEKİ KAMAŞMA
14 Nisan 2011 Perşembe
KARANFİLLER ÖLÜRKEN
Kitabın yazarını şahsen tanımak kuşkusuz çok farklı duygular yaratan bir farkındalık hali. Yazar, kitapta elbette birebir kendi hayatını yansıtmıyor ama insan bu kadar yakından tanıdığı bir yazarın kaleme aldığı hikayeyi okuyunca bir yerde onun günlüklerini okuyor gibi hissediyor kendini. Ya da kitaptaki karakterlerin hayattaki karşılıklıklarını bilmek sanki hep beraber oturmuş hepimiz için bir hikaye tasarlamışız gibi düşündürüyor. Bunun eğlenceli bir deneyim olduğunu söylemek isterim. Neyse, bunlar benim öznel deneyimlerim netice itibariyle. Ancak şurası kesin, elimizde genç bir yazarın, kısa ama dolu dolu yaşadığı hayatından ve hayalgücünden harmanladığı eğlenceli ve sorular soran bir kitap var. Yeni bir yazar keşfetmek isteyenler için ideal bileşim. Okuyun, okutun
9 Nisan 2011 Cumartesi
30 Mart 2011 Çarşamba
HAYATIN MİZAHI
Etrafta uçuşan saç kıllarını çıra olarak kullanıp bütün evi yakmıyorsam bir sonraki hayatıma umursamazca yerlere dökülen kılları süpürmekle görevli bir berber çırağı olarak geleceğimi bildiğim içindir.
Dünya tarihine bir hain, belki de hainlerin en tanınmışı olarak geçen Brutus'un nasıl bir insan olduğunu düşündün mü hiç? Ben zaman zaman düşünüyorum. Belki de Brutus, tüm hayatı boyunca sadakat duygusuna sadık olarak yaşamıştır. Olamaz mı? Hayatın mizahı sadakat duygusunun yörüngesinde dönüp duran bir faniye en yakın arkadaşını sırtından hançerleme "imkanı" doğurursa buna kim şaşırır? Ben şaşırmam. Çünkü okulda en sevdiği ders Çevre Hukuku iken şimdi Karadeniz'in coşkun akan nehirlerine HES zinciri takmak için faaliyet gösteren şirketlere avukatlık yapan arkadaşlarım var. Para hırsı mı? Hiç zannetmiyorum.
Elde kağıt kalem yazı yazmaktan nefret eder, parmağında çıkan öğrenci nasırına küfür kafir girişirken hayatını başkalarının sözlerini bir telaşla kağıda aktararak kazanmak zorunda kaldığında bunun sadece hayatın mizahı olduğunu anlıyorsun çünkü.
25 Mart 2011 Cuma
BİLİNMEZLİK NE HOŞ NE TATLI
Ben böyle bloguma girdiydim girmediydim diye debelenip dururken Yüce Devletimiz, adına mahkeme kararı dedikleri bir takım evrakla yayınevlerini basıp insanların bilgisayarlarındaki kitap taslaklarını silmeye başladı.Henüz suçlu olduğu ispatlanmamış bir kimsenin yazdığı kitabın suç unsuru taşıdığını, olsa olsa delil olarak tanımlanabilecek taslağı bulundurmanın suç olduğunu, bu taslağı görevlilere teslim etmeyenlerin terör örgütüne yardım etmiş sayılacakları, bir avukatın elinde bulunan taslağın bile aynı gerekçeyle istenebileceğini öğrenmiş olduk böylece. Kendimi o avukatın yerine koyuyorum da işin içinden çıkamıyorum. Zira ortada şöyle bir durum var, müvekkiliniz size bir kitap taslağı teslim etmiş olsun, diyorlar ki size teslim edilen taslağı bize vermezseniz sizi terör örgütüne yardımla suçlarız. Siz de veriyorsunuz. Bu durumda avukat-müvekkil mahremiyeti ihlal edilmiş oluyor bir. İkincisi müvekkilinizin bu taslağı hazırlayarak suç işlediği iddia edildiğine göre savunmanızı taslak üzerine kurmanız halin icabıdır ama artık elinizde taslak yok. Ayrıca taslak (artık nasıl bir bilgi içeriyorsa) görüldüğü yerde imha edildiğine göre yarın mahkeme dosyasından çıkacak taslak ile müvekkilinizin hazırladığı taslağın aynı olduğunu nereden bileceksiniz? Şunu demek istiyorum; birileri oturup o kitabı baştan yazsa, kitabın içeriğinde olmayan konuları kitaba eklese siz bunu bilebilir misiniz? Denetleme imkanınız var mı?
Tek derdimiz bloga girememek olsun bence. Bu kadar bilinmezlik insanı sarhoş eder.
16 Mart 2011 Çarşamba
DAVA
Ben de Franz Kafka'yı büyük romancı, Dava isimli kitabını çok derin kitap sanırdım. Fikrimi değiştirdim. Bize her Allah'ın günü Josef K'nın hayatını yaşatmaya yemin ettiklerine göre Kafka son derece sıradan bir iş çıkarmış.
20 Şubat 2011 Pazar
REKLAMLAR
Bu ara takıldığım şu banner denen, web sitelerinde gezinirken gözümüze soktukları reklamlar. Türlü türlü, envai çeşit reklam var. Çoğu, insanların eczaneden prezevatif alırken yaşadığı toplumsal sıkıntı duygusundan beslenen bannerler. Prezervatif alırken eczacı çırağının inceden ve gizliden "abime bak , hayırlı işler baba" diye bir monoloğa girdiğini düşünen bir ırkın evlatlarıyız. O yüzden bazı sorunlarımızı insan unsurunu aradan çıkartarak araştırmayı seviyoruz. Reklamcı denilen her türlü insani duyguyu sömürmeyi şiar edinmiş meslek erbabı bunun farkında (Siz avukatlara sallarken iyiydi di mi?)
Mesela şöyle bir bannerla karşılaşmak olası "başınızın fotosunu online çekerek gönderin" "Başını derken başkanım?" çözümlemesine girdiğim anda bunun aslında kelliğe çözüm arayanlara yönelik bir reklam olduğunu anlayıp rahatlıyorum. Zira tıbbın çare bulamadığı kelliğimle barışalı oluyor bir 10 yıl kadar. Derin bir oh çekip konunun benimle ilgili olmadığını anladıktan sonra "penelope havyar kremi ile cildinizi yenileyin" temalı bir başkasına rastlıyorum. Havyar bulsam orama burama sürecek kadar kendimden geçer miyim acıbağ? Bence geçmem. Geçeni de sevmem. Havyar tavında güzel (Ne?)
Bikinili kızlar eşliğinde "tatilinizi %40 ucuza alın" şeklinde takdim edilen yazlık reklamlar bir başka sıkıntı kaynağım. (Evet, sorunluyum, hayır henüz tedaviye başlamadım) Aylardan Şubat, hava fena halde soğuk, battaniye battaniye üstüne. Tatil matil deyip adamın aklını niye alıyorsunuz güzel kardeşim? Ayrıca tatile gittiğimizde sizin o bikinili kızlar hiç de o kadar sıcakkanlı davranmıyor insana. Hayır, yaz gelsin nasıl olsa her türlü kazıklayacaksınız. Şimdiden kazığı sivriltip tadını mı çıkartıyorusunuz anlamadım ki?
"Helal gıda sertifikalı tavuk eti" diye bişeyi ortaya atıp ne diye benim kafamı bulandırıyorsunuz bi kere? Tavuk hayvanına neden domuz muamelesi yapıyorsunuz? Tavuk dediğin canlının içkisi yok, kumarı yok, domuzla cima ettiği gören yok ,bilen yok. Bu zulüm niye?
"Semte göre arkadaş arama" var bir de. Adamlar tembelin teki olduğumdan o kadar emin ki fazla uzaklara gitmeden eğlence vaadediyor. (Neyse, bunlar çözmüş beni)
Bir de Tanrıya nasıl ulaşılır, İsa seni seviyor temalı reklamlar türedi bu ara. Bilmiyorum da Tanrı kendisine internet yoluyla ulaşmamı isteseydi ya da İsa beni o kadar çok sevseydi internet için bunca yıl beklememiz gerekmezdi gibi geliyor bana. Ya da bu Bill Gates'in peygamber olduğu anlamına mı gelir acaba ? En azında nebi, evliya filan. Kafam karıştı benim, sence?
9 Şubat 2011 Çarşamba
NE ARADILAR, NASIL GELDİLER?
Sonuçlara baktığımız zaman karanlıklar efendisi Darth Vader'ın aramalarda öne çıktığını görüyoruz. Star Wars'ın ve Lord Vader'ın bir takıntı haline gelmesini anlayabilirim. Ama Darth Vader'ın günlük hayatını nasıl sürdürdüğünü merak etmek biraz fazla olmuyor mu? "Darth Vader nasıl yemek yer" nasıl bir sorudur allahaşkına? Gerçekten bunu merak edecek kadar boş vaktin varsa sevgili dostum, dünya sana güzel. Bi de olayı kişiselleştirip Vader'ı ortadan kaldırma hülyasında olan bir kardeşimiz var ki onun sorusu "Darth Vader nasıl yenilir? " Bu soruda hafiften bir "bu galaksi ikimizde dar ulan, motor kafa" tonu yok mu? Bence var. Seni yeneceğimmmm Vaderrr diye uykulardan uyanan biri yaşıyor aramızda, dikkat.
Bir de tam tersi istikamette ilerleyen bir gönüllü var. O "nasıl Darth Vader olunur" sorusuna cevap bulduğu anda hepimiz kaçacak delik arayacağız, uyandırayım. Ama en eğlencelisi ev işi Darth Vader olmak isteyen arkadaş ve onun muhteşem sorusu "evde Darth Vader maskesi nasıl yapılır". Yine iyi lan adam sadece maske yapmak istemiş, ışın kılıcı falan yapmaya kalksa mazallah zayiat büyük olabilirdi. O değil de Ali Kırca suratında müstehzi bir gülümseme ile bunu haberlere çıkartır. "Zonguldaklı mucit, evde light saber yaptı." Düşün adam evde kendi imkanlarıyla ışın kılıcı yapmış, Ali başgan dalgasında. Olamaz mı? Olabilir.
Işın kılıcı çalma melodisi araması zaten bulanık olan zihnimde görüş mesafesini hepten düşüren bir başka beyhude çaba. Melodili ışın kılıcı diye bişey mi var? Böyle açıyosun ışın kılıcını okul zili gibi çalıyo dilillilliii, haydi jediler okula? Olamaz mı? Bu olmasın mümkünse.
Blogda sahne alan bir başka kahramanımız Dexter Morgan, malum. Dexter ile ilgili aramalar muhtelif ama ben "Dexter tarzı dizi var mı" diye google'a soran adama takıldım. Hayır, onunla eğlenmeyeceğim, zira o yalnız bir adam. Bu soruyu soracak kimsesi olmadığı için bir bilgisayar ekranına soruyor. Seni seviyorum kardeşim, yalnız değilsin, bil ki seni anlayan biri var. Ama Dexter Morgan sözleri diye arama yapan kişiyle iletişim kuramıyorum. Dexter Morgan özlü sözleriyle maruf bir kimse değil, şarkı değil, şarkıcı hiç değil. Ha, altyazı arıyorsan, daha gidecek çok yolun var.
Bunlar nispeten anlaşılabilir şeyler de hamile sexx fallow diye arama yapan kardeş aslında ne arıyor, nasıl bir fantezi dünyasında yaşıyor, google o dünyada bana nasıl bir rol verdi, bilmiyorum, sormaya korkuyorum. Hamile olmadığıma şükrediyorum. Yoksa çekilecek çilemiz varmış. Zira bunun bir de hamileysen ne çıkar versiyonu var, hepten kötü, adam kafaya koymuş halvet olmayı, evlerden ırak.
Kendine güzel nick yapmışsın, blogunun adını pek de karizmatik seçmişsin. Yerler gökler Stardust diye inliyor sanıyorsun değil mi? Değil güzel abicim. İstersen gökten melekler inip takdis etsin adını, Angaralı bir girişimci gelip Stardust diye düğün salonu açıyor iki sokak öteye, bitmekten beter oluyorsun. Kitapçı değil, sinema değil, düğün salonu lan. İsmi Stardust olan bir düğün salonunun çatısı altında, Ankara oyun havaları eşliğinde zil takıp oynayan bıyıklı adamların dramı mı büyük, yoksam benim yıllar yılı yaptığım karizmatik görünme çabalarının çiftetelliye kurban edilmesi mi? Yok anam, hayatın mizahı hepsinden öte, hepsinden yüce. İşte gelin adayı hanımkızımız gelmiş Stardust düğün salonu yorumları arıyor. Bir düğün salonu hakkındaki yorumların ne kadar komplike olabileceğini farkında mısınız? Bak ne diyorum, düğün-kadın-detay-bir defa evleniyorum-herşey mükemmel olmalı-. Bir düğün salonu işletsem haftasına kendimi asarım yemin ediyorum.
Sanırım bir grup ÖSS adayı (benim zamanımda ÖSS'ydi onu adı, şimdi nedir bilemeyeceğim, tenk gad) hayalindeki mesleği arıyor. Ama insan hayalindeki mesleği hayalimdeki meslek ne olmalı diye arıyorsa o eğitim sisteminde problem yok mudur? Hayaller, gereklilik kipleriyle kovalanmamalı. Sonra hayalimdeki mesleği araştırma diye sorgu veriyor insan, üzülüyorum ben.
Meslek demişken, emlakçının meslek özellikleri nedir diye soran arkadaşa böyle puşt gibin, ifne gibin bişey diye cevap vermek istiyorum sevdiceğim.
O değil de en güzel kafa benimki yemin ediyorum. Haydi selametle...
8 Şubat 2011 Salı
SES
6 Şubat 2011 Pazar
ZİYAN-HAKAN GÜNDAY
"Her zihne tek bilgi gerek sevgilim. Sen, benimsin. Seni bildiğim için varım. Midem hayattan ne kadar bulanıyorsa, sana o kadar aşığım. Seni dünya kadar seviyorum, demeliyim, çünkü seni dünyadan nefret ettiğim kadar seviyorum. Aramızda kaç meridyen var, bilmiyorum, ama bana tutun, geliyorum...
O sıcak sabahın soğuk sokağında gözkapaklarını nasıl indirdiğini hatırlıyorum. Bir serçeye benzeyen uykun kaçmasın diye, sevgilim. Ardından mahmur gözlerle bakma diye. Sen uyu Yonina, ben geleceğim. Geleceğin kendisiyim."
25 Ocak 2011 Salı
19 Ocak 2011 Çarşamba
GECENİN KANATLARI
Öyle Mahsun Kırmızıgül ismini duyunca suratını buruşturanlardan değilim. Bir iş yapar, beğenirsem beğendim derim, beğenmezsen beğenmedim derim. Kategorik olarak kendini üstün görüp ötekini dışlayanlardan değilim. (Hıncalım bugün, ulucum bugün) Ama... Amadan önceki herşey yalandır değil mi?
Bir kere filmin çok kötü bir çizgisi var. Kötü çizgi ne demek? 80'li yıllarda, 90'lı yıllarda çekilen, çoğunun başrolünde dönemin popüler türkücülerinin oynadığı filmleri bir düşünün. Bu filmlerde "jön", fakir bir ailenin, tercihen bir kapıcı ailesinin oğludur. Gününün büyük çoğunluğunu ailesine yardıma ayırır. Ancak ileride yırtmasını sağlayacak bir özelliği vardır, sesi güzeldir ya da iyi futbol oynar. Ayrıca örnek bir insandır, saygılıdır, vefalıdır, büyüklerini sayar, küçüklerini sever ve ilk bakışta aşka inanır. Bu delikanlının hastalanıp yataklara düşmesi, sevdadan şekil-boyut değiştirmesi bir çift yeşil gözün narına bağlıdır. O gözleri gördüğü anda hayattan vazgeçer, hayal dünyası fazla mesaiye başlar ve illaki başını derde sokar. Sonrası malum, birileri bunun anasına, bacısına hallenir.
Gecenin Kanatları, bu tarz filmlerin modernize edilmiş halinden başka bir şey değil. Başroldeki delikanlı bir kapıcı ailesinin çocuğu ama türkü söylemek yerine koşuyor. O bir atlet. Bunun dışında hemen hemen herşey aynı. İlk görüşte aşk, temiz bir sevda.. Öyle ki jönün kardeşinin, ağabeyinin kızarkadaşına daha ilk akşamdan "yenge" deme klişesi bile yerine getirilmiş. Yenge ne lan? Yenge...
Yavuz Bingöl ile Erkan Petekkaya bu hikayenin neresinde? Küçük Emrah filmlerinin modernize edilmiş hali demiştim ya işte onlar bu noktada devreye girip filme, devrimci görüntüsü altında hiç o niyette olmadıkları halde mizah katıyor. Mahsun Kırmızıgül'ü kategorik olarak dışlamıyorum demiştim ya, bak Yavuz Bingöl'ü dışlıyorum. Bu ülkede hak etmediği halde bir yerlere gelen insanların canlı timsalidir gözümde ve bu filmdeki oyunculuğu da, nasıl desem, tahta mankenden hallice. Ayrıca illegal çalışan devrimci örgütlerin devlet dairesi gibi mesai yapması, örgütün verdiği eylem kararını yerine getirmeyen militanın kafasında bir kurşun deliğiyle yol kenarında yatmak yerine ortalıklarda gezinmesi bence bu filmin özetidir. Böyle bir eline yüzüne bulaştırma hali zor bulunur. Keşke aşk filmi çizgisinden hiç ayrılmasa, küçük küçük Emrahların yetişmesine izin verseydi senaryo.
Not:Sağa sola bakınca bu filmdeki sevişme sahnesinin olay yarattığını okudum. İki buz dağı sevişince olay olur tabi diyerek fikir belirtmiş olayım, kusur kalmasın.
17 Ocak 2011 Pazartesi
BİR ÇEŞİT TESPİT
-Bir de kaleciler hakkında bişiler yazmak isterdim. Malum, kaleciler hep yalnız adam olarak anılagelmiştir. Oliver Kahn bunu "gol yedikten sonra topu filelerden çıkartıp kafanı kaldırdığında takım arkadaşlarının ancak sırtını görürsün diye" bir aforizmayla süslemişti. O yüzden sanırım kalecilerin gaza gelmesi çok başka oluyor. Örneğin penaltı kurtaran kaleciyi düşünün bir. Rakip penaltıyı kullanmış, kaleci doğru köşeyi tahmin etmiş ve mükemmel bir zamanlama ile topu kucaklamış. Artık o kaleciyi kimse tutamaz. Bir anda "Edriyiınnn" diye bağıran Rocky'e dönüşür. Bağırmalar, çağırmalar, takım arkadaşlarının kutlamalarına "dis is Spartaaaaa mına koyim "diye hallenmeler...
Böyle bir manasız çoşkuyla koşmaya başlayanlar vardır bi de. Topu kaptığı gibi depara kalkar. "Dur, nereye böyle elinde top" diyemezsin. Çiğner, geçer. Ama kaleci coşkusu iyidir. Kalecinin hayata küstüğü an çok acıdır çünkü. Üstad nazmiye demirel'in yıllar önce ifade ettiği gibipeşpeşe gol yiyen kalecinin s... hayatı oturuşu nefis bir özettir günümüz kalecisi için. Öylesine acımasız bir ortamda, sürekli yalnızlığı yüzüne vurulan adam sert olur, sevinci de öyle
11 Ocak 2011 Salı
KEDİLERDEN SEN ANLARSIN, KONUŞ ONLARLA
Su gibi olmaktı amaç, su gibi berrak değil, ama su gibi şekilsiz. Girdiği kabın şeklini alan hayatta kalır ve hayatta kalmak birinci önceliktir. Tanınmamak hayatta kalmanın anahtarıdır.
Bense onları kandıracak kadar iyiydim bu işte. Aralarına karıştım, onlar boyalı kuşlara saldırırken ben, hemen yanlarındaydım. Bir darbede ben vurmak için etrafımdakileri iterken savaş naraları savurdum. Arzum onları ikna etti. Beni tıpkı diğerleri gibi siyah bir nokta sandılar. Siyah bir noktayı kimse tanımaz. Siyah bir noktayı kimse önemsemez. Siyah bir nokta olmanın en güzel yanı kimse tarafından fark edilmemektir. Öyle ki bazen kendin bile aslında ne olduğunu unutursun.
Deniz kokusu duyana dek. Eğer siyah bir nokta isen denizden uzak durman gerekir. Deniz kokusu, diğer kokuların aksine çizgi filmlerdeki gibi kıvrıla kıvrıla yükselmez. Çünkü deniz kokusu ciğerlere saplananan bir bıçak kadar keskindir. Vurduğu yerde vurgunlar yaratır. Düşlerinde, ceplerine sığınan yavru kedileri beslersin. Ankara ayazında gözlerini sonsuz bir uykuya yumacaklarını bile bile.