28 Aralık 2010 Salı

ONLY YOU

-Dexter izlemeye karar verip de henüz izlemeye başlamayanlar ya da son sezonu izlemeyenler için ağır derecede spoiler içerir, sonra vay efendim sonunu söyledi filan şeklindeki sızlanmaları kabul etmem, kalbinizi kırarım-

Hikayenin başında, yani "tonight's the night" şifresini ilk duyduğumuzda Dexter, içindeki canavarla barışık, kalabalık içinde yalnız yaşayan bir adamdı. Kalabalık içindeydi çünkü Harry ona kalabalık içinde kamufle olacağını, sosyalleşerek seri katil profilinin dışına çıkacağını öğretmişti. Yalnızdı çünkü içindeki canavarı başka şekilde beslemesi mümkün değildi. Her ne kadar yalnızca kötü adamları ortadan kaldırmak için tasarlanmış bir mekanizma olsanız da bu, insanların ve insanlar eliyle üretilen adaletin sizi yargılamasına engel olamaz. Dexter, bunu biliyordu ve araziye uyum sağlamasını kolaylaştıran Rita ile sonu evliliğe kadar giden sessiz bir beraberliği tercih etmişti. Bu konudaki duyguları sonraları çok farklı yönlerde değişti ve (hatta gelişti) belki ama başlangıçta durum bundan ibaretti.

Yalnızlığını bozan geçmişten gelen bir gölgeydi: Brian, Dexter'in özkardeşi, tıpkı onun gibi kan içinde doğan ama çok farklı koşullarda yetişen bir başka "canavar" . Brian, Dexter'ı geçmişi ile yüzleşmeye, yaşadığı sahte hayatı reddetmeye davet etti. Dexter'ı bir seçim yapmaya zorladı ve Dexter'ın bir başka insanı gerçekten sevebileceği gördü. Ama Dexter'ın sevdiği özkardeşi değildi. Brian, bu gerçeği çok net ve kesin bir şekilde öğrendi. Dexter, bir kez daha yalnızdı.

2.sezon Dexter'a bir başka oyun arkadaşı getirdi: O bayıldığım İngiliz aksanı ile fettan Lila. Lila, Rita'nın aksine son derece dişiydi ve bu özelliğini son kertede kullanmak konusunda uzmandı. Rita ve Lila arasında kalan Dexter, şimdiye kadar hiç bilmediği bir takım çapraşık duyguları çözmek zorunda bırakıldı/kaldı. (Ne taraftan baktığınıza göre değişir) Ama Lila, aşılmaması gereken bir başka eşiği daha fütursuzca aşmış, Rita'nın çocuklarını da bu oyunun içine çekmişti. Neyse ki, Lila'nın sınır tanımazlığı, tüm bu duygusal sorunların yanında hızla büyüyen bir başka ve daha gerçek bir sorunu, Bay Harbour Butcher'ın yakalanmasını (!) sağladı. Sonuçta Dexter hala özgür ve yalnız bir adamdı.

Dexter ile oyun arkadaşı olmak isteyenler oldukça kalabalık bir kitle oluşturuyor, bu sefer sıra daha öncekilerden çok daha tanınmış ve etkili bir isme geliyordu: Miguel Prado. Miguel'i diğerlerinden ayıran çok farklı özellikler vardı. O istikbali açık bir savcı ve herşeyin yaşandığı Miami'de oldukça kalabalık bir kitle oluşturan Küba cemaatinin bir ferdiydi. Nüfuzluydu, tanınmıştı, güçlüydü. Ama zaman zaman kural tanımamak gibi bir zaafı vardı. Bu zaaf onu Dexter'la buluşturdu ve belki bir an, sadece bir an için Dexter gerçek bir oyun arkadaşı bulduğunu düşündü. Bu düşten uyandığında öfkesi büyük oldu:





Sonuç kaçınılmazdı ve beklenen oldu.

Sonra gölgelerin arasından Arthur Mitchell çıkıverdi. Arthur ya da diğer adıyla Trinity Killer'ın Dexter ile arkadaş olmak gibi bir arzusu yoktu. Belki de tam tersine bu kez Dexter onunla arkadaş olabileceği, onu örnek alabileceğini düşündü. Kan içinde doğduğu o andan beri Harry'in kodunu izleyen Dexter, bu kez farklı bir yoldan gitmeyi deneyecekti. Çünkü karşısında yıllardır ülkenin dört bir yanında, bir rutine bağlı kalarak öldüren bir seri katil ve onun mutlu ailesi vardı. Şaşırtıcı değil mi? Bir adam nasıl aynı zamanda başarılı bir seri katil ve aile babası olabilir? Arthur bir koltukta iki karpuz taşımak deyimine çok farklı bir anlam katmıştı. Komşuları tarafından sevilen, kilise için çalışan, örnek bir yurttaş olarak diğer hayatına ilişkin izleri nasıl olmuş da saklayabilmişti? Bu sırrı keşfetmek her zamankinden çok daha zorlu bir mücadelenin başlangıcının habercisiydi ve nitekim öyle oldu. Dexter, Arthur'un görünürdeki yaşamının üzerindeki sisleri dağıtmayı başardı ve bir kez daha kendisi için tek gerçeğin Harry'nin kanunları olduğunu anlaması uzun sürmedi. Arthur'un "mutlu aile hayatı" ailesi için yeryüzündeki cehennemdi. Ailemizin seri katilinin kısa süren tereddütü 4.sezon için müthiş dramatik bir sona kapı açtı. Dex, şimdiye kadar karşısına çıkan en güçlü düşmana karşı giriştiği savaşı kazanmış ama Dexter Jr'ın kendi annesinin kanı içinde doğmasına engel olamamıştı. Bir kez daha ve yeniden...

Ve sonra Lumen geldi. Lumen, Dexter için olmasa bile başkaları için bir avdı başlangıçta. Avın avcı, avcının av olması evrimin bir kuralı. Lumen, Dexter'in yol göstermesi ile evrim basamaklarını çok hızlı tırmandı. Tüm dünya üzerinde Dexter'ın taşıdığı karanlık yolcuyu bilen ve onu taşıyan kişi oldu. Dexter Morgan'ı değil, içindeki yolcuyu tanıyan ve (bizzat onu yaratan Harry dahil) yargılamayan tek kişi. Bağlılık yaratmak için ne müthiş bir sır... Ama yine olmadı. Dexter, yaşadığı müthiş yıkımdan geriye kalanları Lumen ile birlikte topladı belki ama karanlık yolcuyu yalnız başına taşımak için lanetlenen bir adamın mutluluğunun uzun sürmesi beklenemezdi. Yanakta beliren bir seğirme ayrılık anındaki tüm acıların özetiydi Dexter için ve biz onu böyle sevdik. "Dilekler çocuklar içindir"

26 Aralık 2010 Pazar

SİGARA VE DİĞER BAZI ŞEYLER

Bu soldaki genç yaşta ölen bir sigara tiryakisiymiş
Sağdaki daha ünlü bir kimse: Star Wars'ın
Palpatine'i. Hesapta soldaki rahmetlinin sigara tiryakisi olan beni
korkutması gerekiyor. Ama korkutmuyor işte.
Onu görünce benim aklıma Palpatine geliyor. (Benim kafa gazyağıyla çalışıyor
olabilir)


Demem o ki bu sigaranın sağlığa zararlarına ilişkin uyarıları güncel hayata dair somut örneklerle yapsalar daha iyi olur mu acaba? Mesela paketin üstüne "bunu içince leş gibi kokacaksın kardeşlik" yazsalar? Ya da "iç, iç merdiven çıkarken körük gibi soluyunca dediydi dersin" deseler? "Hocam, azık hareket edince serilecek yer arayacaksın" diye uyarsalar? (Hocam dedim ya bunu tercihen Ankara'da yapsınlar)

Okan Bayülgen de zamanında böyle bir uyarı yapıp "bana unuttuğum elmanın tadını tekrar alacağımı söyleseler belki bırakırım" demişti. (Mealen) Kendi adıma gerek kullanılan hormonlardan, gerek kullandığım nikotinin tadından gerçek çilek tadını unutalı epey bir zaman olduğunu söyleyebilirim. Belki böyle bir kampanya olsa... Olmaz mı? O zaman da başka bir bahane mi bulurum acaba? Bilmem, en azından içimiz kararmaz. Daha ufuk açıcı, daha şiirsel bir kampanya olur gibi. Yapsınlar bence, sence?

AN OFFİCER AND A GENTLEMAN

Adet yerini bulsun diye başlığa filmin orijinal ismini yazdım ama ben bu filmi her zaman "Subay ve Centilmen" ismiyle anmayı tercih ediyorum. Filmlere Türkçe isim koyarken zaman zaman çuvallayan dağıtımcılar (ya da her kimse) bu kez tam da filmin temasına uygun bir isim bulmayı başarmışlar.

1982 yapımı Subay ve Centilmen'in yönetmeni Taylor Hackford, başrol oyuncuları bir dönem cins-i latifin gönlünde tatlı bir meltem gibi esen Richard Gere ve benim gönlümde her zaman bir kasırgaya dönüşen Debra Winger. Richard Gere'in en yakın arkadaşını David Keith, sert eğitim çavuşunu ise bu rolüyle en iyi yardımcı erkek oyuncu Oscar'ını kazanan Louis Gossett Jr. canlandırıyor. (Bu eğitim çavuşları ya da her ne rütbedeyse askeri eğitimciler hakikaten "sert" olur bu arada, siz hiç "seni öyle bir süründürürüm ki yılanlar ve kertenkeleler bile sana imrenir" diye tehdit edildiniz mi?)

Çoğunuz bu filmi izlemişsinizdir mutlaka ama kısa bir hatırlatma yapmak gerekirse Richard Gere'in canlandırdığı Zack Mayo donanma için pilot yetiştiren bir askeri okula kaydolur. Okulda her türden, her sınıftan, her renkten insan arasında kısa sürede bencil, tek başına hareket etmeyi seven, ekip ruhundan uzak kişiliği ile arkadaşlarının ve eğitim çavuşunun dikkatini çeker. Eğitim çavuşu onun bu özelliğini kendine özgü yöntemleriyle törpülemeye çalışırken Mayo da hayatın ona öğrettiği şekilde hayatta kalma mücadelesi verir. İzinli olduğu dönemleri ise arkadaşı Sid ile birlikte kasabanın güzelliklerini tanımaya ayırır. Ama bir problem vardır. Kasabanın dar çevresine sıkışan kadınlar dış dünyaya açılan pencere olarak pilot adaylarını seçmiştir. Haftasonu kaçamaklarının hamilelikle neticelenmesi kasabadan çıkış için tek yönlü bilettir.

Hatırladınız değil mi? Konu bildik, iyisiyle kötüsüyle, yerli yabancı pek çok filmde gördüğümüze sıradanlıkta. Filmi izledikten sonra hayatınız değişmez, ufkunuzda süpersonik patlamalar yaşanmaz.

Ama bu film benim için özel. Filmi her izlediğimde bir kez daha aşık olduğum Debra Winger için mi? Hayır diyemem, ama bundan daha fazlası var. Tam olarak isimlendirmek mümkün değil. Bir adamın iyi insan olmak için verdiği çaba mı? O gelgitli aşk hikayesi mi? Aşık kadının, "aşık kadın halleri" mi, bilmiyorum. Şu kadarını söyleyebilirim ki her defasında oturup derin bir teslimiyet içinde kendimi filmin akışına bırakıyorum. Bir filmden daha fazla ne beklenir ki?

22 Aralık 2010 Çarşamba

21 Aralık 2010 Salı

MEÇHUL ÖĞRENCİ ANITI - ECE AYHAN

Buraya bakın, burada, bu kara mermerin altında
Bir teneffüs daha yaşasaydı
Tabiattan tahtaya kalkacak bir çocuk gömülüdür
Devlet dersinde öldürülmüştür

Devletin ve tabiatın ortak ve yanlış sorusu şuydu:
Maveraünnehir nereye dökülür?
En arka sırada bir parmağın tek ve doğru karşılığı:
Solgun bir halk çocukları ayaklanmasının kalbine'dir

Bu ölümü de bastırmak için boynuna mekik oyalı mor
Bir yazma bağlayan eski eskici babası yazmıştır:
Yani ki onu oyuncakları olduğuna inandırmıştım

O günden böyle asker kaputu giyip gizli bir geyik
Yavrusunu emziren gece çamaşırcısı anası yazdırmıştır:
Ah ki oğlumun emeğini eline verdiler

Arkadaşları zakkumlarla örmüşlerdir şu şiiri:
Aldırma 128! intiharın parasız yatılı küçük zabit okullarında
Her çocuğun kalbinde kendinden daha büyük bir çocuk vardır
Bütün sınıf sana çocuk bayramlarında zarfsız kuşlar gönderecek.

20 Aralık 2010 Pazartesi

KİMSİNİZ KUZUM?

Zamanında Darth Vader'ı Sevmek İçin 5 Neden diye bir yazı yazmıştım. Öyle ses getiren, insanların okumak için birbirini çiğnediği, camın çerçevenin indiği bir yazı değildi. Google Analytics sayesinde görüyorum ki insanların pek rağbet ettiği bir yazı görüntüsü de çizmiyordu. Ama son bir hafta içinde (benim blogum ölçüsünde) çılgınlar gibi hit alıyor. Herhangi bir yorum falan da yok. Merak ediyorum ne oluyor. Ben öldüm de yazılarım mı kıymete bindi? 6.His gibi bir şey mi oldu ? Meğersem ben en başından beri ölümüymüşüm?

Yoksa, daha kötüsü Lord Vader'ı kızdıracak bir şey mi yaptım? Kimsiniz kuzum siz? Neden gelip gelip bakıyorsunuz ama hiç birşey söylemiyorsunuz ? Korkuyom lan, lütfen bişi deyin.

17 Aralık 2010 Cuma

GEREĞİ DÜŞÜNÜLDÜ...

Yazdan kalma bir gündü. Güneşin ısıttığı, göl kıyısındaki parkta terkedilmiş gibi duran bir banka yerleşti usulca. Elindeki kitaba baktı tereddütle, geri kalan birkaç sayfayı şimdi mi okumalı, tadını çıkarmak üzere sonraya mı bırakmalı? Her zamanki oburluğuyla şimdi burada, şu göl kıyısında, Leyla'ya ait Boğaz'ı hayal ederek okumanın en doğru seçim olduğuna karar verdi. Su kenarında başlayan hikaye su kenarında bitmeliydi. Leyla'ya yakışır şekilde...

Kitap bittiğinde gözlerinden iki damla yaş süzülmesine engel olamadı. Engel olmak bir yana az önce yanına oturan aylak olmasa belki hıçkıra hıçkıra ağlayacaktı. Çalan telefon, onun hayal dünyası için üflenen İsrafil'in borusuydu. Neredeydi? Orada burada, şuradaki pamuk yastığa benzeyen bulutta, az ötede eşelenen su kuşunun kanadında. Heyhat, görev çağırıyordu.

Ayaklarını sürükleye sürükleye Leyla'nın Evi'nden çıkıp her ilçede bir tane bulunan adaletin evine doğru yürüdü. Bu kadar çok evi olunca adaleti evde bulmanın zor olduğunu biliyordu. Yine de duruşma listesine hızlıca bir göz atıp belki bu kez buluşuruz ümidiyle aramaya başladı. Adalet ile olan buluşmasına daha birkaç dosya vardı. Göl kıyısında olduğu gibi güneşli değildi ama burada da banklar vardı. Birine oturup büyük buluşma için beklemeye başladı. O sırada mübaşir yılların alışkanlığı ve nezle görmemiiş sesiyle kapıya çıkıp adaletin söz verip verip beklettiği diğer taliplerine seslendi: Davacı falancaaa, davalı filancaaa

Falanca ile filanca süklüm püklüm geldiler, ellerinde nüfus kağıtları, kalplerinde ilk kez hakim karşısına çıkmanın tedirginliği...Uzattılar nüfus kağıtlarını işbilir katibe, katip yazdı tek tek: Anasının adı, babasının adı.Katibin sorgusu suali bitince hakim aldı sazı eline: "Davacı falanca, davalı filanca ile 17.08.2009'da evlenmişsiniz, mahkememize boşanma isteği ile başvurmuşsunuz, boşanmak istiyor musun?" Davacı filanca sanki 40 yıllık evli bir devlet memuru bıkkınlığıyla karısı filancaya bir kez bile bakmadan; "Evet hakim bey, boşanmak istiyorum, anlaşamıyoruz, sürekli kavga ediyoruz"

-Ya sen filanca, sen de boşanmak istiyor musun?
-"Evet, hakim bey, istiyorum" diye cevapladı soruyu filanca. O da en az emekli devlet memuru görünümündeki kocası kadar sıkılmıştı bu genç evlilikten. Halbuki kendileri de evliliklerinden çok yaşlı değillerdi. Belli ki filanca okuduğu lisenin en güzel kızlarından biriydi. Falanca da onu, arkadaşlarıyla birlikte okul çıkışlarında bekleyip babasının asker arkadaşı Ahmet Abi'nin kafesine götüren biricik aşkı. O kaçamak, heyecanlı buluşmalar ne olmuştu da yerini kesif bir bıkkınlığa bırakımıştır. Bu sorunun cevabını onlar bilmiyordu. Ama izleyici sıralarında oturup pür dikkat duruşmayı izleyen yakınlarının bir fikri olduğuna emindi. İnsanların tıpkı düğüne gider gibi boşanmaya da cümbür cemaat gitmelerine hala şaşırıyordu. Eltiler, görümceler, dayılar, amcaoğulları... Hepsi orada, her an adaletin tecellisine ya da eski hısım yeni hasımlarına müdahale etmeye hazır, yırtıcı kuşlar gibi bekliyorlardı sabırla.

Hakim bey, oturduğu koltuğa yavaşça sırtını dayayıp kararını yazdırmaya başladı. "Gereği düşünüldü:......."

Hakim bey, gereğini düşündü. Birilerinin bunu yapması gerekiyordu.

Ama falanca ile filancanın elinde Leyla'nın Evi olsaydı, onlar da manolyalar için gözlerinden birer damla yaş akıtsalardı her şey farklı olur muydu? Bunun gereğini kim düşünecekti? *

*Bu yazı Ekin Sanat Dergisi'nin Mart 2011 sayısında yayınlanmıştır

14 Aralık 2010 Salı

13 Aralık 2010 Pazartesi

BATI CEPHESİNDE YENİ BİR ŞEY YOK


Henüz lise çağlarında gönüllü olup cepheye giden çocukların, Paul Baumer'in gözünden anlatılan hikayesi. Çocukken, tesadüfen elime geçen bir kitaptı. Önce her erkek çocuğunun hayalleri süsleyen askerlik, kahramanlık gibi duyguların etkisiyle okumaya başladım.

Çocuk halimle bile kitabın bambaşka bir şey anlattığını anlamam çok uzun sürmedi. Çünkü diğer "kahramanlık hikayelerinin" tersine bu kitabın kahramanları açlıktan bir at bulup yediklerinde mutlu oluyorlar, top atışlarından saklanmak için girdikleri mermi çukurlarında zehir soluya soluya ölüyorlardı ve bunlar olup biterken kendileriyle hiç de gurur duymuyorladı. Kitabı okuyup bitirdiğimde kafam iyice karışmıştı.

Çok sonra kitabı yeniden okuduğumda elime nasıl bir cevher geçtiğini anladım. Paul'un göğsünden süngülediği Fransız askerle mermi çukurunda geçirdiği saatleri anlattığı bölüm kadar etkileyici bir savaş karşıtı eser bugüne kadar verilmemiştir sanırım. Ya da hiç bir hayal kahramanının ölümü bilge Katczinsky'nin ölümü kadar iç yakmamıştır. Kitabın dramatik yapısı hiçbir söz sanatını gerektirmeyecek, hiçbir görsel oyuna yenilmeyecek kadar kuvvetlidir.

Kuşkusuz kitabın yazarı Erich Maria Remarque'nin 1.Dünya Savaşı'nda bizzat savaşmış olmasının bunda etkisi vardır. O kadar içten duygularla yazılmıştır ki 1933 Almanya'sında kitaplar yakılmış, yazarı Alman vatandaşlığından çıkarılmıştır.

Naziler'in bütün bu çabaları Paul'un "on sekiz yasindaydik. tam yasamayi ve dunyayi sevmeye baslamistik. Bizi bu dunyayi mahvetmekle gorevlendirdiler" diyen insan sesine engel olamadı.

11 Aralık 2010 Cumartesi

10 Aralık 2010 Cuma

8 Aralık 2010 Çarşamba

HAMİLEYSEN EYLEMDE NE İŞİN VAR

Anayasa bir devletin kuruluşunu, temel yapısını ve organlarını, iktidarın ne şekilde devredileceğini düzenleyen, birey hak ve özgürlüklerini belirleyen temel metindir. Genel bir ifade ile söylemek gerekirse ismine anayasa dediğimiz yazılı düzenleme o toplumdaki bireylerin büyük çoğunluğu tarafından bir uzlaşma çerçevesinde kabul edildiği (en azından varsayımsayımsal) olarak kabul edilen bir temeldir. Devlet binası, bu temel üzerinde yükselir. İdarenin, yani yürütmenin eylem ve işlemleri anayasaya aykırı olamayacağı gibi, yasamanın, yani siyasi iktidarın usulüne uygun olarak kabul ettiği yasalar da anayasaya aykırı olamaz. Ancak anayasa genel bir düzenleme olduğu için anayasada tanımlanan hak ve özgürlüklerin içeriği yasalarla belirlenir. Zaten dananın kuyruğu da burada kopar. Anayasada tanınan hak ve özgürlüğün içeriğini belirlemek demek anayasada tanımlanan hak ve özgürlüğü özünden koparmak demek değildir. Bir örnekle açıklamak gerekirse;

Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'nın 34.maddesi der ki; "Herkes, önceden izin almaksızın, silahsız ve saldırısız toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme hakkına sahiptir." Ne güzel değil mi? Anayasa diyor ki; "ben vatandaşlarımın barışçıl insanlar olduklarını ve hoşnut olmadıkları konularda bir araya gelip seslerini yükseltebileceklerini peşinen kabul ediyorum. Buraya kadar her şey çok güzel. Dananın kuyruğu dedik ya en başta işte şimdi oraya geliyoruz

İlgili anayasa hükmünün devamında "toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme hakkının kullanılmasında uygulanacak şekil, şart ve usuller kanunda gösterilir" diyerek dananın kuyruğuna atıf yapıyor. Anayasanın yaptığı atıf gereği 2911 sayılı Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu'na bakarak nasıl toplantı ve gösteri yapabileceğimizi öğreniyoruz. İşin rengi de değişmeye başlıyor. 2911 sayılı Yasanın 6.maddesinde toplantı ve gösteri yapılabilecek yerlerin vali ya da kaymakam tarafından belirleneceği, 7.maddesinde başlangıç ve sona eriş saatleri, 9.maddesinde bir düzenleme kuruluna gereksinim duyulduğu, düzenleme kurulunun toplantıda hazır bulunması gerektiği,10.maddesinde düzenlenecek toplantının en az 48 saat önce mülki amire bildirilmesi lüzumu (ki bu bildirimde amaç, konu, düzenleme kurulu üyelerinin kimlikleri ve ikametgahları gibi gayet ayrıntılı bilgiler talep ediliyor), 13.maddesinde gösteri için bir hükümet komiseri atanabileceği ve bu hükümet komiserinin toplantıyı teknik cihazlarla kaydettirebileceği, şartları oluşması halinde toplantının ertelenebileceği ya da yasaklanabileceği hüküm altına alınıyor. Tabi bu kurallara aykırılığın sizi 2911 sayılı Yasaya muhalefet suçundan hakim karşısına çıkartacağını söylememe gerek yok.

Son tahlilde toplantı ve gösteri yürüyüşü yapmanın Anayasal düzlemde serbest, yasal düzlemde oldukça sıkı kayıt ve şartlara bağlı olduğunu, 2911 sayılı Yasanın hakkın özüne zarar verici nitelikte olduğunu ve bu haliyle anayasaya ters düştüğünü söylersek yanlış bir değerlendirme yapmış olmayacağız kanaatindeyim. Böyle düşünen bir tek ben değilim kuşkusuz ama Anayasa Mahkemesi "düzenleme kurulunun toplantıda hazır olmasına" ilişkin hükmün Anayasaya aykırılı ğı iddiasına 2004/90 E.-2008/78 K. sayılı kararı ile "hayır" diyerek yasa hükmüne anayasa karşısında üstünlük vermiş bile.

Bütün bunlar işin bir boyutu. Bir de bunların üstüne polise zor kullanma yetkisini veren Polis Vazife ve Salahiyet Kanunu (Neden yetki değil de salahiyet, çünkü kanun bir sürü değişikliğe uğramakla birlikte 1934 tarihli) eklersek protesto sırasında bebeğini kaybetti haberine ulaşıyoruz : http://www.ntvmsnbc.com/id/25157478

Bu haber doğru mudur, değil midir bilmem. Bildiğim tek şey bu haberin doğru olabileceğidir. Bu ülkede yaşayan hiç kimse "hayır kardeşim, bizim polisimiz bu kadar acımasız değildir" diyemez. Dövüle dövüle öldürülen Metin Göktepe'ye, Manisa'da işkence görüp yıllarca yargılanan gençlere, henüz 12 yaşındayken yaşı kadar kurşun sıkılarak öldürülen Uğur Kaymaz'a kadar gitmeye gerek yok. Bu ülkede yaşıyorsan polisten korkarsın. Polisten neden korkulur:

Ülkeyi yöneten Başbakanı, bakanı ve sair zevatı ortada dönen vahşeti görmez de protestocu öğrenciler belli bir ideolojinin mensubu diye çıkarsa ortaya polis bir vuracaksa beş vurur. Emniyet müdürü böylesine vahim bir iddia ortadayken biz kendi içimizde çözeriz diye girecekse mevzuya daha çok insan ölür.

Son bir not "madem hamileydi ne işi vardı eylemde" ya da "o yaşta ne hamileliği, o çocuk gayrimeşrudur" diyen mütareke basınından beter, insanlıkla pek arası olmayan iktidar sevicilerine lanet olsun.

5 Aralık 2010 Pazar

KELİMELER VE DİĞER BAZI ÇAĞRIŞIMLAR

Züccaciye: İçine fil kaçması metaforu ile meşhur bu dükkan çeşidi aslında tencere, tava, ütü masası, bardak, çanak gibi bilumum ihtiyaç malzemesinin bir sonraki sahibini beklediği yerdir. İçerik itibariyle böylesine düşük bir profil çizen züccaciye, isminde başka anlamlar gizleyen alçakgönüllü bir çapkındır aslında. Bu konudaki ilk yazımızda (biz bunları yazılarımızda anlattık) Zigon örneği için iki profesörün tartışmasına şahit olmuştuk. Peki şimdi soruyorum; bir sabah gazeteleri açsanız ve "Hindistan Veliaht Prensi III. Züccaciye'nin eşi Nihale Sultan ile birlikte resmi temaslarda bulunmak üzere Ankara'ya geldiğini" okusanız garipser misiniz? Ben garipsemem kardeşlerim. Hemen dost ve kardeş ülke Hindistan'dan gelen bu iki önemli konuğu karşılamak üzere bir elimde Türk, bir elimde Hindistan bayrakları ile yollara düşerim. Hem siz züccaciye dükkanına neden fil girdiğini sanıyorsunuz? Memleket hasreti tabi ki. Başka neden olacak?

Nihale:Soruyorum sana, nihale nedir? Genel kanıya bakarsak nihale masalarımızın, tezgahlarımızın ateşten daha demincek aldığımız tencereden, tavadan, efendime söyliyim çaydanlıktan yanmasını engelleyen fedakar bir ev eşyasıdır. Tıpkı Kahraman Masa Esat gibi. Ama ben onu sormuyorum, "sence" nihale nedir?

Bence bir kadın ismidir, üstelik oldukça romantik bir kadın ismidir. Erol Evgin 'in bir şarkısı vardı hani; Di-lara Di-la-ra, Di-la-ra, bir tek seni sevdim Di-la-ra, hatırladın? Hah şimdi, kaldır Dilara'yı, koy yerine Nihale'yi, bak ne güzel oldu. Ni-ha-le, Ni-ha-le, Ni-ha-le, bir tek seni sevdim Ni-ha-le.

Hatırlayamayanlar için Erol Evgin'den geliyor :






Edit:Nihale fikri için Müge'ye teşekkürler

25 Kasım 2010 Perşembe

PİLLİ BEBEK

Behzat Ç'de çalıyorlardı geçen. Benim de oradan aklıma geldi. Buyrun;

22 Kasım 2010 Pazartesi

KELİMELER VE ÇAĞRIŞTIRDIKLARI

Zigon:Türkçe'yi yeni öğrenen bir kimse olsaydım kimse beni zigonun matruşkavari bir tür sehpa olduğuna inandıramazdı. Matrix'den fırlamış gibi duran bu sehpa boyuna posuna bakmadan kendisine gezegen ismi almış bence. Haberlerde "Zigon takım yıldızında meydana gelen patlamalar kıyamet habercisi mi?" diye tartışan iki tane profesör gördüğünüzü hayal edin. Ne demek istediğimi anlayacaksınız. Oysa mal budur:

Zıbın:Biraz iddialı olacak belki ama bence "patik" ile "zıbın" Türkçe'deki en komik kelime yarışması yapılsaydı başa güreşirlerdi. Tarafsız bir gözle değerlendirme yapacak olursak patik, ayacıklarımızı sarıp sarmalamasıyla, söylenişindeki sempati ile puan toplarken zıbın daha çok efekt etkisi yaratan telaffuzuyla göz dolduruyor. Fren sesine benzer tonlama ile zıbınnnn gibi... (Biliyorum böyle yazınca olmuyor, o yüzden herkes evde, kendi kendisine çalışsın)Tabi, zıbınsız bir bebe, bebesiz bir zıbın düşünülemeyeceğinden durum zıbın lehine gelişebilir.



Malalamak: Mala başlı başına renkli bir kelime değil. Zaten bir obje olarak da çok ilgili çekici bir yanı yok. Yalnız cezaevi filmlerinde kahramanın tabağına küfreder gibi konan lapayla müthiş bir uyum tuttutabilir. Kelimeyi isim halinden alıp da bir eylem içerir şekilde genişletirsek daha eğlenceli hale geliyor ya da ben ruh hastasıyım, bilemiyorum. Bir kere söylemesi zor, ardıardına gelen ma-la-la heceleri insanı köşeye sıkıştırmışken mak gelip son noktayı koyuyor. Hani böyle acemice uçan su kuşları çıkar ya belgesellerde, havalanmayı beceremezler, hızlanmak için kanat çırpmaya uğraştıkça komikleşirler, malalamak deme gayreti içindeki adem oğlu da benzer bir görüntü sergiliyor bence.









Pötibör:
Böyle bir kelime olmadığını, aslında markanın böyle yazılmadığını ben de biliyorum. Ama içinde bol miktarda ö içeren bu kelimeyi sevmekten kendimi alamıyorum. "Ö " harfi başka hiçbir kelimeye pötibörün çaya yakıştığı gibi yakışamaz. Kelimenin kendisinden kaynaklanan sıcaklık insanı sarmıyor mu?
Aynen şu yandaki gibi evin baş köşesine
yerleştirme arzusu gelmiyor mu içinizden?
Hayır gelmiyorsa söyleyin
bir an önce tedavime başlayayım.



20 Kasım 2010 Cumartesi

I ME MİNE

13 Kasım 2010 Cumartesi

HAYALİMDEKİ MESLEK

Bence Pollyanna günümüzde yaşasaydı emlakçı olurdu. Pollyanna arkadaşımızın özelliği malum, her türlü iklim şartında iyimserliğini koruyabilmesi, olaylara iyi tarafından bakmak konusundaki gerzek ısrarını sürdürebilmesi. İşte bu özelliği onu ideal meslek olan emlakçılıkla buluşturuyor.

Önce emlakçılık mesleğinin genel özelliklerini tanımlamak gerekiyor. Bir kere emlakçı dediğin insanın vücudunda sürekli mutluluk hormonu salgılayan bir çip olmalı. Sanırım bu çip, emlakçılar odasının yaptığı bir kafa güzelliği sınavından sonra emlakçılık yapmaya hak kazanan kişilere mesleğe giriş nişanesi olarak takılıyor. Çipin salgıladığı mutluluk hormonu emlak danışmanlığı yapmak için gerekli ufuk genişliğini emlakçı namzetine veriyor. Ondan sonra başlıyorsun sallamaya ... pardon danışmanlık hizmeti vermeye.

Emlakçılık neden Pollyanna için ideal meslek? Bir kere emlak evreninde her yer her yere yakın. Örneğin Atakule'den Cebeci görünüyor mu? Görünüyor. Tamam o zaman, Atakule ile Cebeci birbirine yakın demektir bu. Ankara'nın doğal bir güzelliği var mı, ya da şöyle sorayım Ankara için "manzara" kavramından bahsedebilir miyiz? Herhangi bir insan bu soruya hayır cevabı verecektir. Ama aynı soruyu bir emlakçıya soracak olursanız "muazzam bir gece manzarası var" cevabını alacaksınız. O gece manzarası diye bahsettiğimiz şey aslında kırmızı kiremitli çatılardan ve değişik çaplardaki çanak antenlerden ibaret ama emlakçı gözü onu manzara olarak görüyor. Adam yalan söylemiyor kardeşim, o kiremitleri gerçekten manzara olarak görüyor.

İçselleştirilmiş mutluluk hormonu sayesinde beş on milyarın para olmadığını, 40 yıllık binanın yeni olmasa bile 40 yıldır ayakta olduğuna göre çok sağlam olduğunu, toplu ulaşımın Ankara'nın her sokağından geçtiğini, bir evin güneş görmese bile sıcak olabileceğini, bir odanın içinden geçen koridorun eve farklı bir hava verdiğini, salonun ortasında duran sırları dökülmüş bir aynanın ev sahiplerini aynı zamanda zevk sahibi yaptığını öğreneceksiniz.

İnanın bana, emlakçılık Pollyanna için ideal meslek

Yaşasın Pollyanna, yaşasın emlak

11 Kasım 2010 Perşembe

THE RİNG - THE RİNG II



Basit bir şehir efsanesinden yola çıkıp bir korku halkası oluşturmuştu The Ring. Elde yeteri kadar korku malzemesi vardı çünkü: Siyah beyaz görüntüler içeren bir video kaset, yalnız bir kadın, tekinsiz bakışları olan bir çocuk ve insanların kabuslarına hakim olan koşma ama korku nesnesinden uzaklaşamama sendromunu besleyen yavaş adımlı ürkütücü Samara. Yönetmen Gor Verbinski, hikayeyi seyirciye tam olması gibi aktarmış, zaman zaman Se7en'in depresif atmosferine yaklaşan yağmurlu ve karanlık şehir havasını, aniden deliren atlar gibi nokta vuruşlarıyla süslemişti. İstenmeyen çocuk, çıldıran anne, unutmaya odaklı baba doğru bir karışımdı.Bir korku/gerilim filminin amacı seyirciyi ürkütmekse The Ring bunu başarmıştı.



Tabi bu bazı şeyleri tadında bırakmak gerektiği gerçeğini değiştirmiyor. The Ring 2'de kahramanlarımız büyük bir felaket atlatan diğer tüm Holywood karakterleri gibi taşraya yerleşip unutmayı, unutulmayı tercih ediyorlar. Ama onları gayet iyi hatırlayan bir konukları var:Samara. Samara girdiği kuyudan çıkıp öldürmeye devam ediyor.

Birkaç güzel sahne içermesine rağmen (tavanda asılı duran su kütlesi gibi) oldukça vasat, cadı Samara'nın aslında annesini arayan masum bir çocuk oluşunu yeterince işleyip seyirciyi sevgi/nefret ikilemine sokamayan, ilk filmin mirasını yiyen bir devam filmi The Ring 2. Yönetmen koltuğunda Gor Verbinski yerine Hideo Nakata oturmasaydı işler farklı olur muydu bunu bilemeyeceğiz.

Edit: İmdb'de filmin künyesini incelerken yosun saçlı Samara'yı şu kızcağın (Daveigh Chase) oynadığını gördüm: Şeker kız değil mi?

Ama kardeşim, kin inanır senin The Ring'de oynadığına? Suratta bir sürü makyaj, ürkütücü olsun diye kurbağaya çevirmişler kızı. Şimdi bu kız ortamlarda dese o Ring'deki Samara bendim diye rencide ederler zavallımı, Bir Allahın kulu inanmaz. İki günde adı palavracıya çıkar. İşte böyle nankör meslek oyunculuk, iyi ki oyuncu olmamışım lan:(

Editto meditto: Gollum da öyle bak, adam orada hayatının oyununu çıkartıyor, yolda görsen tanımıyorsun. V for Vendetta... olmaz olsun böyle meslek








9 Kasım 2010 Salı

AYLAK ADAM

Çağımızda geçmiş yüzyılların bilmediği, kısa ömürlü bir yaratık yaşıyor. Sinemadan çıkmış insan. Gördüğü film ona bir şeyler yapmış. Salt çıkarını düşünen kişi değil.İnsanlarla barışık. Onun büyük işler yapacağı umulur. Ama beş-on dakikada ölüyor. Sokak sinemadan çıkmayanlarla dolu;asık yüzleri, kayıtsızlıkları, sinsi yürüyüşleriyle onu aralarına alıyorlar, eritiyorlar.

Aylak Adam- Yusuf ATILGAN

3 Kasım 2010 Çarşamba

MSG NİGHTMARE

28 Ekim 2010 Perşembe

THE NUMBER 23

Sayılarla aranız nasıldır? Benim pek iyi değildir. Eğer matematik diye birşey olmasaydı atom mühendisi bile olabilirdim. (Sayılar olmadan atom mühendisi olmanın kime ne faydası var, bilemeyeceğim, sayılarla aram kötü dedim ya) Bir de sayıların takıntı boyutu var. Cenk Koray 19 mucizesi diye birşey atmıştı ya ortaya onun gibi. Uğurlu sayılar, kişinin yapacağı işleri takvime göre belirlemesi falan, pek bana göre değil. İyi ki değil.

(Yazıya böyle başlamış, hatta sonuna kadar gelmiştim ama bitirmek nasip olmadı. Blogger bişilere kızdı. Bu 3.tekrarım, 23 tekrara kadar batıla karşı olan inancımı muhafaza ederim. 23'ten sonra kara büyü, vodoo, uğurlu sayılar, tavuk bacağı, at nalı, kurbağa gözü, uğursuz sayılar hepiciğine inanırım)

Jim Carrey'in canlandırdığı Walter Sparrow, tesadüf eseri eline geçirdiği tuhaf bir kitabı okumaya başlar. 23 sayısını anlatan bir kitaptır bu. Kitabı okudukça tutku ile bağlanır, hayal ile gerçek birbirine karışmaya başlar ve Walter, eşi ve oğlunun gözleri önünde yavaş yavaş delirir.Yavaş yavaş deliren adamın yarattığı gerginlik bence bu filmin lokomotifi. Uzun süre bu lokomotifin çekmesi ve Jim Carrey'in itmesiyle ha şimdi bir şey olacak, ha şimdi bir şey oldu diye izliyoruz filmi. Ama beklediğimizi çok da bulamıyoruz.

The Number 23, finalinde sunduğu (sözde) sürprizli sonu ve Jim Carrey'in oyunculuğuna fazla sırtını dayamasının dışında fena bir film değil. Jim Carrey, komedi filmlerinin dışında gayet temiz bir oyunculuk sergileyebileceğini daha önce de göstermişti. Bu kez de öyle yapıyor ama iyi oyunculuğuna senaryodan destek gelmediği için filmin tadındaki yavanlık tam manasıyla giderilemiyor. Ama şu Jim Carrey'i görmek için bu film izlenir:




26 Ekim 2010 Salı

BANKSY





25 Ekim 2010 Pazartesi

VOL 9


Chris Isaak - Baby did a bad bad thing
Yükleyen tblogosphere. - DiÄ�er müzik videolarına göz atın.

SECRET WİNDOW




"Karısı tarafından aldatılan ünlü bir yazar kendine gelmek için tası tarağı toplayıp kırsala yerleşir. Başlangıçta her şey iyi giderken bir gün kapısını, kendisini hırsızlıkla suçlayan bir yabancı çalar. O günden sonra artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır." Klişe değil mi? Gazetelerin televizyon köşelerinde gördüğümüz kısa tanıtımlara benziyor.

Ama yapacak bir şey yok. Kendisi klişe olan bir filmin tanıtımı da klişe olur. Hikayenin Stephen King'e ait olması, başrolde tanrısal kişilik Johnny Depp'in oynaması durumu değiştirmiyor maalesef. Film 2004 yılına ait olmakla birlikte spoiler uyarısı vererek söylemek isterim ki taa en başında sonu anlaşılan, güya, sürpriz sonlu filmlerden ikrah ettim artık. Zaten filmin öyle aman aman sürükleyici bir konusu yok, Johnyy Depp ve John Turturro'nun karşılıklı birkaç sahnesinden başka gerilimi artıracak unsura da rastlamak mümkün değil. (Hoş o sahnelerde her iki oyuncu da işin hakkını vermiş) Ama bu yani, ne daha azı ne daha fazlası, Bu filmden Johnny Depp'i çıkar geriye pek bir şey kalmaz. (Şurada bir yerde katran ve tüy olacaktı)

22 Ekim 2010 Cuma

GURBETE KAÇACAĞIM

Bazen bütün şehri kılıçtan geçiresim geliyor. O zaman bu şarkı iyi geliyor.

19 Ekim 2010 Salı

FİLM SÖZLÜK

Bloğun içeriğinden anlaşılacağı üzere en azından izleyici düzeyinde sinemaya meraklıyım. Blog komşularım da sinema üzerine yazıp çizmeyi seviyorlar. Hatta http://estarabi.blogspot.com/ adresinde herhangi bir sinema dergisinde bulabileceğinizden çok daha dolu içeriğe ulaşmak mümkün. O yüzden henüz fark etmeyenler için bir haberim var:http://filmsozluk.sozlukspot.com/ adresinde sadece sinema konusuna odaklanmış bir ekşi sözlük klonu hayata geçti. Format, ekşi sözlük formatı ama konu filmler, oyuncular, yönetmenler v.s.

Henüz çok yeni ve bu yüzden kimi aksaklıklar göze çarpıyor ama bunlar çözülmeyecek şeyler değil. Yazar alımları açık, isterseniz siz de bu sözlüğe katılabilirsiniz.

13 Ekim 2010 Çarşamba

ÖLMEK MADENCİNİN KADERİNDE YOKMUŞ

Şili'de meydana gelen bir maden göçüğü sonucunda yerin 700 metre altında 69 gündür mahsur kalan madenciler yeryüzüne çıkartıldılar. Onlar metanetli davrandılar, birbirlerine destek oldular, aşağıda onlar, yukarıda sevdikleri bugün için mücadele ettiler. Ama Şili hükümeti de "ölmek madencinin kaderinde var", "madenciler güzel öldüler" demeden yurttaşlarını kurtarmak için elinden geleni yaptı. Gerektiğinde NASA'dan bile yardım istendi ve mucize diye adlandırılan bir kurtarma operasyonu gerçekleştirildi.

Açıkça söylemek gerekirse o göçükten anam, babam çıkmış kadar sevindim. Çünkü bütün dünyaya böylesine zalim bir ölüm şeklinin kader olmadığını, madencilerin güzel ölmediğini, aksine güzel yaşamayı hak eden güzel insanlar olduklarını gösterdiler. Ama işte o malum ses hale konuşmaya, ağız dolusu saçmalamaya devam ediyor. Bu kez "bizde olsa 3 günde çıkarırdık" buyurdu hazretleri. Yerin onlarca metre altında yatan iki madencinin cesedini hala çıkartamayan siyasi irade bizimle dalga geçmeye devam ediyor. Çünkü karşısında bu lafları kendisine yedirecek başka bir irade olmadığını en iyi o biliyor. Bu işin en doğrusunu yine Şili halkı söylemişti zamanında :


Quilapayun - El pueblo unido jamas sera vencido
Yükleyen jolysable. - Öne çıkan müzik videolarını izleyin.

5 Ekim 2010 Salı

SCORPİONS


Sonunda bunu yaptım. Yıllar yılı şehr-i İstanbul'u ziyaret eden bilumum rock gruplarının verdiği konserleri ağzının suyu akarak izleyen, yerinden kaldırmaya üşendiği poposuyla kavgalı ben, nihayet bunu yaptım ve baba bir rock grubunun konserini yerinde izlemeyi başardım. Üstelik yerinden kaldırmaya üşendiğim mabadım bunun için Ankara'dan kalkıp açıkça tırstığı İstanbul'un yolunu tuttu. Evet, arkadaş böyle birşey var. Ben İstanbul'dan ciddi ciddi korkuyorum. Neyse, mevzu o değil.

Scorpions, ergen aklımla ilk keşfettiğim rock grubuydu. Face The Heat albümünden Alien Nation'ı ilk duyduğum anda Şener Şen'in eallaaahhhhh diye kendini yollara vuruşuna benzer bir etki bırakmıştı üzerimde: Nasıl bırakmasın ki ;

O gündür bugündür severim kendilerini. Kısmet ilk göz ağrısınaymış. Tabi aradan yıllar geçtiği için azmak konusunda formumu biraz yitirmişim. O kadar insanla kucak kucağa, omuz omuza olmak biraz gerginlik yarattı bende. Bir de konser sırasında İstanbul'dan neden o kadar korktuğumu daha iyi anladım.

Ben böyle yaşlandık anasını satayım kaygıları içindeyken babalar bütün o konser alanını dolduran kitleden çok daha gençti. Çok profesyonel bir paketle şarkıları söylediler belki ama bunu yaparken yalnız iş icabı sahnede olduklarını asla hissetirmediler. Coştular, coşturdular.

Bir iki küçük eleştiri yapmak gerekirse. Küçükçiftlik Park, bu çapta bir grup için küçük bir alan. Önümde birbirine sarılmış Still Loving You'yu dinleyen genç çiftimiz bundan böyle o şarkıyı ne zaman dinleseler ister istemez beni de anacaklar diyeyim siz anlayın. Bir de Scorpions'tan önce, ön grup diye popçudan bozma Aydilge'yi çıkartırsan, o kızcağız yuhalanır. Ona da yazık, bize de

27 Eylül 2010 Pazartesi

SALLAPATİ FİL

Sallapati Fil, kocaman ayaklarını sürükleyerek oturduğu masadan kalktı. Sıkılgan bir ifadeyle çevresini süzdükten sonra, iyice buruşturduğu yüzü sayesinde hortuma dönen burnunun ucuna doğru ilerlemeye başladı. Nereye gittiğini biliyordum. O koca ayakları, çizgi filmlerdeki labada lubada efektini verdiğine göre hayat pınarına doğru ilerliyordu: Bir fincan çay. En ucuz ve en sürekli eğlencelik. Sabahtan demle akşama kadar döne döne iç. Hayvanat bahçelerindeki o kocamış fillere fındık, fıstık yerine çay vermelilerdi. Hem yaşlarına da uygundu.

Tahminim doğruydu, elinde çiçekli bir fincanla yerine doğru ilerliyordu ağır ağır. Bu kez adımları daha yavaştı, bir file göre bile yavaş... Eskisine göre daha mutlu bir yüz ifadesiyle yerine oturdu. Hortumunu fincana uzatarak ilk yudumunu çekti, hürrppp. Hemen ardından ikinciyi hürpppp. Hürp sesine alışmıştım artık. Beni delirten diğeriydi, çay kaşığını fincandan çıkartmadan çay içmeye çalışmak, mutlaka kadim dinlerde önemli bir ritüel olmalıydı. Ya da ne bileyim Osmanlı sarayında padişaha gösterilen hürmetin bir nişanesi belki. Yoksa insanı zıvanadan çıkartan bir davranışın tekrar tekrar yapılmasının başka bir anlamı olabilir miydi?

İşte geliyor, önce hürppp, evet alkışlıyoruz. Ve şimdi de çay kaşığı sesi, şangır, şungur. Arada bir de sesli sesli esnemek gerekir ki aramızda henüz delirmemiş olanlar varsa onlara son bir şans verelim. Çok güzel.... Artık hep beraber Kaf Dağının ardındaki masal ülkesine doğru bir yolculuğa çıkabiliriz.




26 Eylül 2010 Pazar

PARK

Sokağa çıktığında yarın kurulacak pazar için şimdiden hazırlıklara başlayan pazarcıların bağırışmaları çarptı kulağına. Üstü örtülü kasalardan buram buram kırmızı biber kokusu yükseliyordu. Yazı uğurlayan bir yağmur bulutu pazarcıların cansiperane çalışması şerefine bir iki damla göz yaşı döktü.

Kulağındaki tanıdık ses, perdelerden bahseden bir şarkı söylüyordu. Perdelerden bahseden bir şarkının ne saçma olduğunu düşündü. Ama güzeldi yine de . Köşeyi dönünce parkta buldu kendini. Aslında herhangi bir yerde buluvermedi. Nereye gittiğini biliyordu. Karşıdan gelen üç gölgeye baktı belli belirsiz. Her zaman yaptığı gibi "kapışsak kaçını alırım" diye düşündü. İkisinin yeterli olacağı, üçüncünün fazla geleceğini hesapladı sinsi sinsi. Zaten üçüncü toramandı biraz. Bu gizli fantezinin, gizli kalmaya devam etmesi için herkes için en iyisiydi.

Park boyunca yürümeye devam etti. Bu parkı seviyordu gündüzleri. Geceleri o kadar sevdiğinden emin değildi. Evinin güzenli sessizliğini özlediğini hatırlatıyordu ona. Hem zaten, o bir korkaktı. Bir insanın bu kadar evcimen olmasının başka bir açıklaması olamazdı. Bütün korkaklar gibi bir taş bulup altına saklanmalıydı. Alışageldiği üzere.... Hiçbir şey olmadan, hiçbir şey yapmadan... "Hiçbir şey yapmazsam hiç hata yapmam galiba" Şahane bir hayat felsefesi, insanı hayatta tutmaya yeter.

16 Eylül 2010 Perşembe

LEYLA'NIN EVİ




Böyle her okuduğun kitabı koşa koşa gelip burada anlatmak gayet travmatik bir vaziyet, bir nevi Hıncallık, bir nevi Uluçluk ama dayanamayacağım yahu. Pek de güzel kitap, çok de güzel kitap, ne yapayım:

Daha önce hiç Zülfü Livaneli kitabı okumamıştım. Bu anlamda Leyla'nın Evi benim için bir ilk. Ama görünen o ki son olmayacak. Roxy, Yusuf ve Leyla'nın dünyası bu üç kişi arasında kalmayacak kadar zengin çünkü. Bir bakmışsınız Roxy'nin Almanya günlerine gidip babasına beraber isyan ediyoruz, bir bakmışsınız Leyla'nın evinde ayaklarımızı Boğaz'ın sularına sallandırıp balık tutuyoruz. Tam martıların çığlıkları eşliğinde çöken siste kaybolacakken Meclis lokantasındaki erkek kalabalığı içinde yemek yerken buluyoruz kendimizi. Bütün bunlar olurken alttan alta politika konuşuyoruz, Cumhuriyet Devrimlerini, malikin değil de mülkün iktidar sahiplerine göçünün hikayesini dinliyoruz. Eski insanları, denizi özlüyoruz. Hiç görmediğimiz manolya apaçlarına kurulan hamaklarda ölmeye yatıyoruz.

Bu da geçer ya hu diyoruz, bu da geçer...

14 Eylül 2010 Salı

ÜNLÜ OLMAK VE LOCA İLİŞKİSİ

Malum, şundan birkaç gün önce ülke olarak büyük bir heyecan yaşadık. Basketbol Milli Takımımız, kalp krizleri, spazmları, bilimum kalp rahatsızlığı arasında Sırbistan engelini aşarak Dünya Şampiyonası'nda finale ulaştı. Finali kaybettik ama Kerem Gönlüm'ün dediği gibi "finalin günahı olmaz". Bize yaşattıkları heyecan ve gurur için takımımıza ne kadar teşekkür etsek azdır. Yılların Şansal'ı, Mustafa Denizli'si bile heyecandan şu hale geldiyse iyi bir şey yapmışsınızdır:

http://www.facebook.com/video/video.php?v=159240344090119&ref=mf

Ama benim takıldığım mevzu o değil. TV ekranından bir yandan maç izlerken bir yandan sık sık gösterilen ünlülere siz de rastlamışsınızdır. Önce futbol milli takımıyla başlayan ünlülerin basketbola ilgisi sonra Kıvanç Tatlıtuğ'undan, Şahan Gökbakar'ına, Athena'sından bilimum mankenine, şarkısıcına kadar uzadı gitti. Kimi arasak oradaydı. Bütün bu ünlü ama birbiriyle alakasız adamlar hep birlikte oturuyorlardı. Demek ki birileri önceden bunu düşünmüş. Demiş ki; "şimdi ünlüler münlüler gelir, bu adamları sıradan insanların arasına oturtursak imza isterler, fotoğraf çekinmek isterler, adamlar rahatsız olur, biz bunların hepsini birarada oturtalım". Şahane fikir. Süper fikir. Millet olarak bizi biz yapan hasletlerimizden birisi ayrıcalıklara olan düşkünlüğümüz olduğuna göre fıtratımızla müthiş uyumlu bir fikir.

Ama benim aklım şuna takıldı:Kimin ünlü, kimin az ünlü, kimin sıradan olduğuna kim karar veriyor? Bu seçilmiş insanlar nasıl seçiliyor? Nasıl bir eliminasyon sistemi takip ediliyor? Öyle değil mi? Mesela Kıvanç Tatlıtuğ ortalığı yıkıyor bu ara. Aşkı Memnusuydu, Ezel'iydi, 30 saniyede bir çıkan "çantaya bak" reklamıydı, ondan popüleri yok bu ara. Ünlüler aleminin tüm gereklerini yerine getirdiğine göre baş köşeye oturtabiliriz, bunda sorun yok. Ama mesela durumu daha karmaşık olanlar var. Kendisini tanımam, nasıl bir şekli şemali vardır, bilgim yok ama Seda Sayan'ın oğlu da ünlüler locasında maçı izleyenler arasındaymış. İşte işin çetrefilli tarafı burada başlıyor. Annesini tanımayan yok ama oğlu? Locanın girişinde bekleyen güvenlikçi olduğunuzu düşünün şimdi. Bir tane adam geliyor, çok ünlü birisinin oğlu ama kendisi aynı derecede ünlü değil. Ne yapmak lazım? Bunu da ünlü sayacağız? Saymışlar nitekim.

Peki az ünlüler kervanından Sörvayvır Oğuzhan gelse mesela girebilecek mi içeri? Bir numarası yok, bütün gün göbeğini okşayarak oturuyor serin yerde. Ama adam her gün televizyonda ...



Nostaljik ünlüler? Peki buna ne demeli? Atilla Atasoy ile Sermet Erkin kolkola gelseler "biz ünlüler locasında maç izlemek istiyoruz" deseler? Adamlar ünlü ama güncel değil. Hımm, kafam karıştı.
Kriminal ünlüler var bir de.Bunlar aslında ünlüler ama bir ara başları yasalarla derde girmiş. Deniz Seki, Haluk Levent gibi. Kişilikte yaşanan kriminal yansımalar ünlüler locasının kapısından çevrilmeyi getirir mi beraberinde acaba?

Peki ünlü birisi olunca birinci derecede yakınlarımızı içeri alabiliyorsak Atilla Atasoy'un çocukları ya da Sermet Erkin'in tavşanları içeri girebilecek mi? Peki, Zeki Müren, Zeki Müren'de bizi görecek mi? Bazen en iyisi ünlü birisi olmamak diye düşünüyorum. Benim gibi takıntılı bir adam için uygun bir hayat tarzı değil zaten. "Burada oturmak için yeterince ünlü müyüm acaba" diye düşünürken hayat bana zehir olurdu yeminle

1 Eylül 2010 Çarşamba

ÖFKELİ YILLAR - ALTAN ÖYMEN


Öfkeli Yıllar, Altan Öymen'in "Bir Dönem ve Bir Çocuk" ve Değişim Yılları" ndan sonra yayınladığı, serinin 3.kitabı. Serinin diğer kitaplarını okumadım. Açıkçası bu kitabı da hediye olarak gelmeseydi okumazdım sanırım. Çünkü anı kitaplarından pek hazzetmiyorum. Ama Öfkeli Yıllar, daha önce okumadığım için pişman olduğum bir kitap oldu.


Bir kere, bunca yıldır gazetecilik yapan, ekmeğini kelimelerden çıkartan bir yazarın kitabı öyle ya da böyle kendisini okutuyor. Bir de Öfkeli Yıllar, sadece bir dönemin özetini yapmakla kalmıyor. Bir dönemin özetini yaparken aynı zamanda genç bir öğrenci-gazetecinin mesleğinde, hayatında, okulunda ilerlemesini birbirine paralel giden doğrularla anlatıyor ki bu formül benim her zaman beğendiğim bir formül olmuştur. Mesela zamanında Erol Evgin, (sanırım 25.meslek yılı için) böyle bir çalışma yapmış kendi hayatının evrelerini, Türkiye'nin o ana denk düşen tarihi olaylarıyla birleştirerek mükemmel bir sunum yapmıştı.


Öfkeli Yıllar'a dönecek olursak, kitapta temel olarak 1950-1955 arasında Dünya'da ve Türkiye'de yaşanan siyasal olaylar bir gazeteci gözüyle anlatılıyor. Örneğin 6-7 Eylül olayları, Adnan Menderes ve Demokrat partinin iktidar anlayışı, demokrasiye geçiş sancıları, yurtta ve Dünya'da komünistlere yönelik cadı avları, (eski) TCK'nın 141,142 ve 163.maddelerinin nasıl kabul edildiği, Kore Savaşı, DP-CHP çekişmesi , İstanbul'da Hilton Oteli açılması gibi döneme damgasını vuran olaylar birer birer sıralanıyor.


Tabi, bütün bu olaylar oldukça gergin bir havada yaşandığı için ortaya kitabın içeriğini özetleyen harika bir başlık çıkıyor: Öfkeli Yıllar


Son bir not:Kitapta yer yer Altan Öymen'in ve kitabın diğer kahramanlarının fotoğrafları var. Ne yaptıysam o fotoğrafı bulamadım. Genç Altan Öymen ile Nicolas Cage arasındaki benzerlik şaşırtıcı

9 Ağustos 2010 Pazartesi

DR. STRANGELOVE OR:HOW I LEARNED TO STOP WORRYİNG AND LOVE THE BOMB







Manas Destanı uzunluğunda film isimleri kategorisinde Oscar dağıtılsa bu dalda bütün ödülleri toplardı 1964 yapımı Dr. Strangelove. Böyle uzun film isimleri, tuhaf karakterler, acayip teknolojik uygulamalar kimden çıkar , bu antin kuntin işleri kim yapar sorusunun cevabı ancak Stanley Kubrick olabilir. Uzun lafın kısası Dr. Strangelove, Stanley Kubrick'in silahlanma konusunda delirmiş, paranoyalar evreninde yaşayan dünyanın halini daha isminde anlatmaya bir kara komedi. Soğuk savaş pek çoğumuzun doğrudan yaşamadığı, birbiriyle savaşa tahvil edilmiş teknoloji konusunda yarışan iki süper gücün, devamlı karşı tarafa el ense çektiği bir hırlaşma, it dalaşı dönemi. Ufacık bir kıvılcımın dünyayı yangın yerine çevirmesi an meselesi . İçinde yaşadığı kuşku dolu atmosferi kendisinde var olan defolarla birleştiren bir üs komutanı bile 3.Dünya Savaşı'nı başlatabilir. İşte filmin hikayesi bu.






Biraz da kadroya değinirsek; filmdeki önemli rollerin neredeyse hepsinin, neredeyse robot duyarsızlığında bir yüz ifadesiyle güldürmeyi başaran Peter Sellers'a ait olduğunu görüyoruz. Dr. Strangelove, Yüzbaşı Mandrake ve Başkan Muffley rollerinde her zamanki üst düzey performansı ile rol kesen Pembe Panter' e General Buck rolünde George C. Scott, bombardıman uçağı pilotu rolünde Slim Pickens eşlik ediyorlar. Slim Pickens, tiksindirici Teksas aksanı ile kulak tırmalasa da rolüne cuk oturduğu söylemek şart.






Arkadaki bilborda "barış bizim işimiz" sloganını taşıyan askerlerin savaşa tutuşması, çıldıran üs komutanı nedeniyle başkanı ankesörlü telefondan aramak zorunda kalan Mandrake, Mandrake'ye bozuk para temin etmek için Coca-Cola otomatını vurmak zorunda kalan askerin korkusu, Dr. Strangelove'nın sahibinden bağımsız hareket eden kolu filmde yer alan komik unsurlardan yalnızca bir kaçı...



-Mein Führer, ı can walk

24 Temmuz 2010 Cumartesi

APOCALYPSE NOW




Bazı filmler vardır, izlersiniz birkaç güzel saat geçirirsiniz, sonra bir sinema muhabbeti açılıncaya kadar unutursunuz. Bazı filmler vardır dimağınıza olanca ağırlıklarıyla mühürlerini vururlar, onları oradan çıkartıp atmak mümkün değildir. Bu tür filmler referans noktası olurlar, bundan sonraki beğenilerinizi onların terazisinde tartarsınız. A. N kuşkusuz ikinci türden bir film.

Öyle olması da gayet normal. Bir kere yönetmen koltuğunda Francis Ford Coppola oturuyor. Önemli rollerde Martin Sheen, Marlon Brando, Robert Duvall, Harrison Ford, Denis Hopper, Laurence Fishburn gibi kimi süperstar, kimi sağlam karakter oyuncusu olarak nitelenebilecek irili ufaklı bir çok yıldız var ve yıldızlar isimlerinin hakkını veriyorlar. Kuşkusuz Marlon Brando ve Martin Sheen için ayrı bir parantez açmak gerekiyor. Marlon Brando, filmde o kadar geç bir aşamada ortaya çıkıyor ki neredeyse onun da bu filmde oynadığını unutuyoruz. Ama "Baba" tabi ki gelişiyle bir güneş gibi parlıyor. Yüzünün yarısını aydınlatan, yarısını gölgede bırakan ışık oyunları, şiirler, o kendine has tarzı bu uzuun filmde süre olarak kısa bir rolü olmasına rağmen etkileyici bir performans sergilemesine engel olmuyor.




Ve tabi Martin Sheen. Ben Martin Sheen'in çok yetenekli, müthiş bir oyuncu olarak kabul etmiyorum. Bilmiyorum edeniniz var mı? Ama bu filmdeki rolünün hakkını sonuna kadar verdiğini, gözlerine yapıştırdığı o boş bakışlarla sınırda bir kişilik sergilediğini, her an bir gırtlak kesip ardından şiir yazmaya koyulacak bir adam portresi çizdiğini belirtmem lazım. Dedikodular bu performans için fazlasıyla katkı maddesi aldığı yönünde, ama dediğim gibi sadece dedikodu.



Film, yönetmen ve oyuncu kadrosunda bulunan yıldızların hakkını başıdan sonuna kadar veriyor. Başından demişken bu kadar çarpıcı ve unutulmaz bir giriş pek az filme nasip olur. The Doors'un muhteşem müziği eşliğinde napalm bombasının yarattığı görsel etki, birbirine bağlanan helikopter ve pervane sahneleri gerçekten etkileyici.




Diğer Vietnam filmlerinde olduğu gibi bu filmde de bitmek tükenmek bilmeyen bir orman var ama bu kez rolünü uzayıp giden ve uzadıkça hikayenin diğer kısımlarına bizi taşıyan bir nehire kaptırmış durumda. Akıp giden nehir, her yeri kaplayan sis, savaş ortamında ağır hasar alan insan psikolojisi ve Martin Sheen'in boş bakan gözleri oldukça depresif bir ortam yaratıyor. Ve film beslendiği o depresif nehrin hakkını sonuna kadar veriyor.




















18 Temmuz 2010 Pazar

JARHEAD



Yönetmen Sam Mendes'in, Anthony Swafford'un anıları anlattığı "kavanoz kafa-jarhead" isimli kitabından uyarlanan hikayeyi anlattığı 2005 yapımı film. Yazıya nasıl giriş yapacağımı bilemeyip tanım yapma kolaycılığına kaçtıktan sonra Jarhead'in savaş filmi olarak sınıflandırılsa da bir Er Ryan'ı Kurtarmak olmadığını belirterek mevzuya gireyim.




Holywood ile savaş teması bir araya geldiğinde ortaya iki klişe çıkıyor maalesef: Genellikle azınlıkta kalan bir grup filmin (herhangi bir filmin) "savaş karşıtı" mesajlar taşıdığını iddia ederken, Amerika'nın dünyanın efendisi rolünden son derece rahatsız diğer grup genel bir önyargı ile filmin "Amerikan propagandası" yaptığını, kahraman Amerikalı asker mitini kuvvetlendirmeye çalıştığını iddia ediyor. Her iki görüş de zaman zaman isabet kaydetse de, zaman zaman da "aha şimdi bana Amerikan propagandası yapacaklar" alarmı kişiyi izlediğini anlamaktan men ediyor. Sağda solda gördüğüm kadarıyla Jarhead bu iki karşıt görüşün de etiketlemekten hoşlandığı bir film izlenimi bıraktı bende. Oysa durumun farklı olduğunu düşünüyorum.




Aslında anlatılan o bildik politik iklimde, büyük resmin içinde oraya buraya sürülen senin, benim nasıl hissettiğim . Somutlaştırmak gerekirse "askere git" diyorlar gidiyoruz. "Eline silah al, düşmanın karşısına dikil" diyorlar dikiliyoruz. İyi ama bunları yaparken ne hissediyoruz? Bahsettiğim vatan, kahramanlık, korkusuzluk gibi sonradan edinilen kavramlar değil. Hani bazen insan durup da "ben şu anda , burada, tam olarak ne yapıyorum" diye sorar ya... Bu soruyu soran insan ne kadar saçma bir durumda olursa olsun devam etmeyi seçerse kendisinin bile inanamayacağı kadar saçma işleri yapabilir. Jarhead'de asker alınan (aslında para kazanmak için deniz piyadesi olmayı seçen) gençler de biraz bunu yaşıyorlar. Dolayısıyla ortada savaş karşıtı ya da Yaşasın Amerika vurgusunu işleyen bir film yok. Sam Mendes'in diğer filmleriyle birlikte değerlendirme yaptığımızda yönetmenin genel tavrıyla uyum içinde sakin bir seyir izlediğini söyleyebiliriz.




Bu kadar laf söyledikten sonra filmle ilgili bir iki kelam etmek gerekirse; Full Metal Jacket ve Apocalypse Now gibi süper filmlerin referans alınması, insanda neredeyse doğaçlama olduğu fikri uyandıran Star Wars esprisi, şahane müzikleri, zaman zaman Dali tablolarını andıran resimleri ile Jarhead'in oldukça iyi bir film olduğunu söyleyebilirim. İzlemeye değer...


16 Temmuz 2010 Cuma

DARKLY DREAMİNG DEXTER VE DEARLY DEVOTED DEXTER




Canım, cananım Dexter'ı ne kadar sevdiğime dair daha önce bir şeyler karalamıştım. Tüm sezonları arada bir çıkarıp sırayla izlemem de bu sevgimin ve belki de kısmi manyaklığım kanıtıdır. Her izleyişimde en az ilk izleyişim kadar haz aldım. (Merhaba, benim adım Stardust, ben bir dizi bağımlısıyım)




Bu kez elime daha başka bir kaynak geçti, hayalgücüne daha çok inanan ve şans veren bir kaynak: Dexter serisine ilham kaynağı olan kitaplar .




Doğrusunu söylemek gerekirse Jeff Lidsay isimli yazarın kaleminden çıkan ve ülkemizde Artemis Yayınları'nda okuyucuyla buluşan kitaplar kesinlikle unutulmaz birer edebi eser değil.(Anneee, okuyucuyla buluşan dedim) Kitapları polisiye türünde sınıflandıracak olursak o konudaki ustalarla yarışabilecek maharette olmadıklarını açık yüreklilikle itiraf etmek lazım. Bu yüzden hiç Dexter'a bulaşmamış bir okuyucu kitapları okuduğunda büyük ihtimal pek memnun kalmayacaktır.




Ama sadık Dexter izleyicisi için durum farklı. Bir kere o çok sevdiğim dizinin temel eserini, çıkış kaynağını okumak kesinlikle güzel. Dizideki karakterler doğal olarak kitapta da varlar ama bu kez sahneye dizide olduklarından çok farklı biçimde çıkıyorlar ve bir kısmı gösteriye devam edemiyor. 1.kitap yani Darkly Dreaming Dexter, bir yere kadar 1.sezonla paralel gidiyor ama sonra yollar ayrılıyor ve diziyi izleyenler için yepyeni bir hikaye başlıyor. Diğer kitabın ise kısmi benzerlikler içermekle beraber yepyeni bir öyküsü var. Keskin zekası, mizah anlayışı ve tabi ki bıçakları dışında neredeyse Dexter bile şimdiye kadar bize anlatılandan farklı. O yüzden ucundan kıyısından Dexter'a aşina herkese kitapları da okumasını tavsiye ederim.


8 Temmuz 2010 Perşembe

PİNHANİ

Şöyle bir müzik (ya da şarkı demeliyim belki) dinleme alışkanlığım var. Yeni duyduğum ya da önceden bildiğim bir şarkı o andaki ruh halimin de etkisiyle aklıma takılıyor. Müzik dinleyince başka bir şey düşünemiyorum ve o saatten sonra evdekiler için katlanılmaz bir işkence başlıyor: Tekrar, tekrar ve tekrar aynı şarkıyı dinlemek. Benim için gayet zevkli ve sorunsuz bir durum: Şarkıyı seviyorum ve seviyorsam dinlemeliyim. Tabi, etraftakiler benimle her zaman aynı fikirde olmayabiliyorlar.
Bu alışkanlığımı son zamanlarda kısmen kıran bir grup var. Kısmen diyorum çünkü tek bir şarkıyı sürekli dinleme alışkanlığımı tek bir grubu sürekli dinleme alışkanlığına çevirdiler. Bu da birşeydir değil mi? İşin enteresan tarafı grubu hiç tanımadan, grup üyelerinin kimler olduğunu, daha önce ne yaptıklarını bilmeden, tek bir röportajlarını okumadan ya da bir kez olsun canlı dinlemeden seviyor olmam. Grup öylesine bir günde, bilgisayara atılan şarkıların içinden çıkıverdi ve uzun süre bir yere gideceğe benzemiyor. Bu özellikleri onları çok sevdiğim, artık mazide kalmış bir başka gruba benzetiyor: Kumdan Kaleler
Bir zamanlar öğrenci evimizin fon müziğini yapan Kumdan Kaleler'e :


kumdan kaleler sana dair | izlesene.com

11 Haziran 2010 Cuma

REVOLUTİONARY ROAD


Yönetmenliğini Sam Mendes'in yaptığı 2008 yapımı bir film RR. Sam Mendes'i nereden tanıyoruz? Sizin nereden tanıdığınızı bilmem ama ben Amerikan Güzeli' nden hatırlıyorum kendisini. 1999 yapımı Amerikan Güzeli 5 Oscar ödülü ile yönetmenin yüzünü kara çıkartmamıştı. Gerçi Oscar kazanıp kazanmaması çok da önemli değil, Amerikan Güzeli kesinlikle iyi bir filmdi. RR'da biraz Amerikan Güzeli'nin yolundan giden, tıpkı Amerikan Güzeli'nde olduğu gibi sıradan insanların orta sınıf yaşantısı içinde boğulmasını anlatan gergin bir film. Evet, bence bu filmi tanımlamak için kullanabilecek en doğru kelime bu; "gergin".


Neden gergin peki? Çünkü anlatılan hikaye yeşil bir devin, bir savaş kahramanının ya da radyoaktif örümcek tarafından ısırılan bir gencin hikayesi değil, bizzat senin benim hikayem. İçinde doğup büyüdüğümüz koşulları değiştirmek, tabiri caizse yırtmak için gösterdiğimiz çaba sonuç olarak bizleri dört duvar arasında konforlu ama hayallerimizden uzak bir yaşantı içine hapsediyor ve çokça söylendiği gibi "sahip olduklarımız, bize sahip oluyor". Perdede anlatılan insanın öz hikayesi olunca başkalarının senin hayatın için sahip olduğu öngörü diğerlerinin hikayesinden daha heyecanlı olmuyor mu?


Filmin oyunları Leonardo DiCaprio ve Kate Winslet. İkilinin mükemmel bir uyum yakaladığını, kavga sahnelerinde gerçek bir çifte dönüştüklerini ve başından sonuna kadar sıkıcı olma tehlikesi ile karşı karşıya olan bir filmi finale kadar kusursuz bir performansla götürdüklerini söylemek isterim.


İş yaşamının hengamesi içinde ya da az çok tanıdığı insanlarla toplumsal yaşamın dayatması sonucunda sosyalleşmek zorunda kalırken bir an için durup "ne yapıyorum ben" diyen herkesin izlemesini tavsiye ettiğim bir film.

28 Mayıs 2010 Cuma

THE PASİFİC




Cnbc-e'de yayınlanacağını ilk gördüğüm andan beri merak ettiğim, üstelik Banf Of Brothers'ın yapımcılarından yani, Spielberg ve Tom Hank'in ellerinden çıktığını öğrendiğim andan itibaren izlemek için sabırsızlandığım The Pasific'i en sonunda izleyebildim. Hemen izlenimler gelsin;




The Pasific maça 1-0 geriden başlıyor. Çünkü benim ve daha önce Band Of Brothers'ı izlemiş pek çok insanın nazarında yenilgiye uğratılması güç bir rakibi var. İnsan ister istemez Band Of Brothersla karşılama gereği duyuyor. Dizinin akıbetinin bu olacağını tahmin eden ekip belli ki bu kez bazı şeyleri değiştirme gereği duymuş. Örneğin The Pasific'de savaş öncesi eğitime ayrılmış bir bölüm yok, tabiri caizse doğrudan "olaya" giriyoruz. Muadilinden farklı olarak The Pasific'de her bölümü farklı bir karakterin bakış açısıyla anlatırken o karakteri daha yakından tanıma imkanı da yok. Hikaye, esas olarak iki ana karakterin, yazdıkları kitaplar ile senaryoya hayat veren iki gazinin izlenimlerinden oluşuyor. (ki bu karakterlerin de gayet iyi oyunculuklarla canlandırdığını söylemek lazım) Yine Band Of Brothers'dan farklı olarak düşük bir tempo ile başlayan hikaye giderek hızlanıyor. İnce Kırmızı Hat seviyesinde olmamakla birlikte The Pasific'in Band Of Brothers'a göre daha bir duygusal çizgide seyrettiğini, savaşın insan ruhu üzerindeki tahribatına daha çok eğildiğini de söyleyebiliriz sanırım.




Ancak şunu söylemeden geçmek istemiyorum. Savaş sahneleri son derece sessiz sedasız başlıyor. Adeta turistik bir gezi şeklinde başlayan çıkarma sonlara doğru izleyiciyi gerçek vahşetle başbaşa bırakıyor. Bu tarz görüntülerden hoşlanmayanlar için The Pasific özellikle 8. ve 9. bölümleri ile pek doğru bir seçenek olmayabilir.




Vahşet demişken, "benim bir tespitim var Sayın Kırca" diyerek araya başka bir konuyu eklemek istiyorum. Yalnızca The Pasific'te değil, genel olarak Uzak Doğu'da geçen tüm bu savaş hikayelerinde (İnce Kırmızı Hat, Windtalkers, We Were Soldiers v.s.) diğer cephelere göre son derece keskin bir vahşet var. Japonlar, Vietnamlılar, savaşın diğer tarafını, düşmanı temsil eden Asyalılar sonuna kadar gitmeye, kanlarının son damlasına kadar mücadele etmeye kararlı gösteriliyorlar. Ama tüm bu temsillerde (belki Letters From İwo Jima hariç) Asyalı'nın direnci pek öyle saygı duyulan cinsten, onurlu düşman karşısında hissedilen hürmetten farklı bir duyguya karşılı geliyor bence. Asyalının direnci, onurdan ziyade kan dökücülüğe, vahşiliğe, yabaniliğe denk düşüyor. Savaştan zevk alan, nefetten beslenen bir toplum sergileniyor önümüze. Savaşın diğer tarafında Avrupa'ya baktığımızda durumun farklı olduğunu görüyoruz. Tüm Avrupa'yı ve dünyanın önemli bir kısmını dümdüz eden, insanları yerinden yurdundan eden Almanlar bile (soykırıma ilişkin filmler hariç) gayet onurlu, "medeni savaşçılar" gibi gösterilirken Asyalıya reva görülen bu vahşet etiketinin sebebi nedir? Bence ortalama Amerikalı'nın ötekine bakışı ile açıklanabilecek bir durum var ortada. Her ne kadar Avrupalı coğrafi olarak çok farklı bir yerde olsa bile o Avrupalı, Eski Dünyalı yani. Medeniyetin dünyaya yayıldığı yerde yaşıyor. Asyalının ise ne menem bir şey olduğu bile değil. Rengi farklı, fiziksel görünüşü değişik, üstü başı, kıyafetleri ve yiyecekleri bile medeni değil. Bence tüm bu vahşetin sebebi budur.




Neyse, konuya dönersek sağda solda yine Amerikalılar'ın ölümsüz askerler gibi gösterilip Amerikan propagandası yapıldığına dair şeyler okuyorum ve bunu çok saçma buluyorum. Bir kere bu bir Amerikan yapımı, kimin propandasını yapacaklardı? İkincisi propanga filan yaptıkları da yok adamlar savaşı anlatıyorlar. Savaşı tek taraflı anlatıyorlar, Japonlar gözünden olaya hiç bakılmyor diyenlere de tarihi kazananların yazdığını hatırlatmak isterim. Ayrıca sapır sapır dökülen, savaş psikolosinde deliren, arkadaşını vuran, kaçmaya kalkan, zevk için öldüren Amerikan askerleri bana Amerikan propagandası yapıyorsa Amerikalılar'ın beyin takımında bir ayarlama yapmaları gerek sanırım. Tamam, Amerika'yı sevmeyelim de bu kadar dar kafalı da olmayalım bir zahmet.






20 Mayıs 2010 Perşembe

MADENCİNİN KADERİ

Zonguldak'taki bir madende meydana gelen patlama sonucu 30 işçi yerin 540 metre altında mahsur kaldı. Bir umut bekledik, acaba dedik ama yeraltından kardeşlerimiz yerine acı haber geldi. 30 işçiyi kaybettik. Ülkemizin tarihinde buna benzer pek çok acı yaşandı. Ekmeğini kelimenin tam anlamıyla taştan çıkaran işçi kardeşlerimiz yer altında göçüp gittiler başka diyarlara. Arkalarından göz yaşı döktük ama yerlerine gelenlerin akıbetinin farklı olmasını sağlayamadık. Çocuk çoluklarının rızkı için katar katar madenlere inmeye ve ölmeye devam ettiler. Çünkü o insanların insanca yaşaması ve çalışması için gerekli önlemleri almaya yetkili kişiler onları görmezden geldi, geliyor.
Ülkenin başbakanı, hepimizin canından, namusundan, eğitiminden, sağlıklı bir ortamda çalışma hürriyetinden sorumlu kişi "ölmek madencilerin kaderinde var" dedi çıktı işin içinden. Ölmek madencinin kaderinde var. Madenci olmaya razı olmuşsan, yeraltına inmeye gönlün razıysa gerekirse öleceksin diyor yani. Sen öleceksin ki çark dönmeye devam etsin, sen öleceksin ki yerine yenisi gelsin.
Her zaman güzel ahlaktan dem vuran, mazlumların sesi olmaktan bahseden, elitlerin bezirganlığından şikayet eden, halk adamı Başbakan'a gel. Mazlum Başbakan daha geride kalanlanlar acılarını yaşamadan, ölmüşlerinin ruhuna bir Fatiha okumadan ölenlerle birlikte yakınlarını da öldürdü. Dünyanın her yerinde madenler varken yalnız bizim madencilerimiz grup grup ölüyor, demek ki biz bu işi yanlış yapıyoruz demeden madencilerin kaderine atıfla kapatı konuyu.
Bütün bunlar köpeksiz köyde değneksiz dolaşmanın bir sonucudur. Hiçbir çekince taşımadan, fütursuzca idare yöntemi masumların ölümüne kayıtsız kalacak kadar hoyrat ve umursamaz artık. İşçi sınıfının apolitik, parçalı düzeni egemenlerin üzerindeki bütün baskıyı aldı götürdü çünkü.
İşin siyaseti falan bir kenara, bu kadar umursamaz, bu kadar kayıtsız çıkışlar insanın yüreğinin soğukluğunu ortaya koyuyor açıkça. Küçük bir çocuğun başını okşayan, bir bebeğin kokusunu içine çeken, onun hayattaki ilk adımlarına tanık olan bir "insan" nasıl olur da başkalarının çocuklarının ölümü karşısında bu kadar soğukkanlı olabilir?
Başımız sağolsun.

13 Mayıs 2010 Perşembe

ŞAMPİYON ATLETİCO



Ne Real ne Barca, İspanya'da takımım Atletico Madrid. Ben o armayı sol üste boşuna yerleştirmedim. Bugün Atletico'nun makus talihini yendiği gündür.İlk UEFA Avrupa Ligi Kupası artık Madrid'te. Real istediği kadar para saçsın, istediği kadar rekor puan alsın kuvvetle muhtemel sezonu kupasız kapatacakken kupa Atletico'nun müzesine gitti bile