26 Ocak 2010 Salı

PATHS OF GLORY


Full Metal Jacket dendiğinde filmi izlemiş hemen herkesin aklında gelmiş geçmiş en iyi savaş karşıtı film imgesi uyanır. Aslında bu hiç de şaşırtıcı değildir. Private Pyle'ın örnek bir asker olmak isterken kendini yok eden bir canavara dönüşmesi boşuna değildir.

Oysa Full Metal Jacket, Paths Of Glory'nin yolunda ilerlemektedir sadece. Çünkü Kubrick Usta, Full Metal Jacket'ı, Paths Of Glory'den tam 38 yıl sonra, 1995'de çekmiştir.

2.Dünya Savaş'ı sona ereli henüz 10 yıl bile olmamıştır. Dönemin özel koşulları insan onurunu tarihte hiç olmadığı kadar zedelemiş, insanlık utanç verici trajediler, toplama kampları, fırınlar, bombalamalar ve kitle imhalarını yaşamıştır. Paths Of Glory, bu yıkıntının arasından yükselmiştir. Usta, 1957 yapımı bu siyah beyaz filmde, kamerasını, ilk savaşa, siper savaşları şeklinde geçen 1.Dünya Savaşı'na çevirmiştir. İnanması güç ama henüz 29 yaşındadır.

Karşılıklı siperlerde birbirlerini gözetleyen Fransız ve Alman kuvvetleri durumu lehlerine çevirmek, savaşı kazanmak için istekli değillerdir. Ama bir Fransız generali, astı konumundaki bir başka generali, yıldızlarına bir yıldız daha ekleme vaadiyle ikna eder ve imkansız bir görev için cesaretlendirir: Düşman elinde bulunan Ant Tepesi, ağır kayıplar veren, bıkkın ve sıla hasreti içinde yanan 701.Alay tarafından işgal edilecektir. Masa başında emir vermek kolaydır, ama siperden başını kaldırıp hücum etmek hayatlarından başka kaybedecek bir şeyi olmayan adamlar için zordur. Beklenen olur ve hücum başarısızlıkla sonuçlanır. Başarısızlığın sonuçlarına katlanması gereken yine siperlerde can verenlerdir. Her bölükten üç adam değişik koşullarda (kura, tanığın ortadan kaldırılması ve toplum öyle istedi gibi sebeplerle) seçilir ve düşman karşısında cesaretsizlik gösterme suçundan divanı harbe verilir. Suçun cezası idamdır. Film, tam da bu noktada başlar.

İnsan hayatının değersizliği ispat etmek için bazen bir hamamböceği bile yeterlidir. İdama mahkum edilen üç askerin son geceki konuşmaları, kendilerini teskin etmeye gelen rahibe isyanları, mahkeme safhasında gösterilmeyen titizliğin idam seramonisi sırasında elden bırakılmayışı ayrı ayrı vurucu sahnelerdir. Ama son sahnede bir arzu öznesi olarak Fransız askerlerinin önüne atılan Alman kızın şarkısı ve yeniden insan olduklarını hatırlayan askerlerin gözyaşları hepsinden etkileyicidir.

Son bir not; çoğumuzun Michael Douglas'ın babası olarak bildiğimiz Kirk Douglas, Albay Dax rolünde mükemmel bir portre çizmiştir. Her şey bir yana sadece Kirk Douglas'ın harika oyunculuğu için bile bu film izlenir.

15 Ocak 2010 Cuma

MİYOPUN LENSLE İMTİHANI


Gözlerimin sigara dumanından yanarcasına yanmaya başlaması ve sınıftaki tahtayı puslu puslu algılamam henüz ilkokul 5.sınıfın sıralarında dirsek çürüttüğüm döneme denk gelir. Babamın "bu oğlanın gözlerinde bişi var galiba" diyerek elimden tutup göz doktoruna götürmesiyle beraber 2 numara miyop gözlere sahip olduğum anlaşıldı. Akabinde 2 numara gözlüklere tabi.


İlk başlarda isyan etsem de sonra sonra etraftan gelen "gözlük sana yakışıyor" telkinleriyle alıştım gözlük kullanmaya. Ama bir yere kadar tabi, insan ömrünün önemli bir kısmını aynı rahatsız edici malzeme ile geçirince bir müddet sonra "istemiyorum ulan gözlük takmak" diye yerlere yatıp tepinesi geliyor. Yine de doğuştan gelen soora yaparım geni sayesinde bugüne kadar ertelemiştim gözlükten kurtulma operasyonunu. Belki yine ertelerdim, kızım gözlüğümü kullanılmaz hale getirmeseydi. Fırsat bu fırsat deyip soluğu göz doktorunda aldım. Maksat belliydi, muayene olup gözlükten lense tarif etmek. Muayane kısmı başarılıydı. Şu gözün içine hava üfleyen makine dışında. Hiç beklemediği anda tam gözünün içine hava üflendiğinde insan istemsiz olarak mnskyim diye bir küfür savuruyor ve bu durum hemşireler tarafından pek hoş karşılanmıyor. Neyse...


Hemşire ile olan sevimli diyaloğumuzun ardından doktor lensin derecesini ve markasını belirledi ve deneme maksadıyla beni yeniden hemşireye yönlendirdi. Kıyamet de burada koptu zaten. Bu tıp camiasının ezelden beridir hastaya köpek muamelesi çektiğini bilirdim zaten de insan bacak kadar kız tarafından azarlanınca üzülüyor ister istemez. Sen de kıza küfretmişin demeyin dostlar, o küfür değil, refleskti:)) Sorun şuydu: Gözümü açamıyordum. Evet, açamıyordum, lens takmak insanın kendi gözbebeğine parmağıyla dokunmasını gerektiren insanlık dışı bir eylem içeriyor ve göz kendisi korumak için ister istemez kapanıyor. Ama bu gerçek hemşirenin off, ohooo, gibi bıkkınlık içeren bir takım nidalar çıkarmasına engel olamıyor. Epey uzun bir uğraştan sonra her iki gözüme de lensi takmayı başardık sonuç olarak.


Şunu söylemek isterim: İnsanın gözünün etrafında, yüzünde, burnunda, kulaklarında bir engel, bir ağırlık taşımadan dünyayı pırıl pırıl görmesi gerçek bir nimet. O an dünyayı, sinirli hemşireyi, sırada bekleşen insanları bir doğa olayını izler gibi izledim hayran hayran . Nefis bir duyguymuş ve ben bu duyguyu çoktan unutmuşum. Unutmuşum çünkü lensleri evde kendi başıma takmayı deneyip başarısız oldum, sonra yine, sonra yine. Ama gözlük de almadım. Şu anda gündüzleri gözlük ya da lens takmıyorum, akşamları evde bir sapı kısmen havada duran eski gözlüğümü kullanıyorum. Ayağımı yerden kesiyor ya bana yetiyor.


Bu arada gözlerimin bozukluğu bir numaraya kadar gerilemiş yani günlük hayatımı sürdürürken çok zorlanmıyorum. Yalnız hayal gücüm acayip gelişti. Ankara'daki bütün güzel hatunlar mini etek giyiyormuş ya da "amannn etek de neymiş "deyip sokağa çıkıyormuş gibi geliyor:)

4 Ocak 2010 Pazartesi

VOL 5

Esasında elektronik müzikten zerre hazzetmiyorum. Ama bu başka :