24 Nisan 2011 Pazar

PENCERE İÇİ MAHKUMU

MAHKUM

Midem hayattan ne kadar bulanıyorsa, sana o kadar aşığım. Seni dünya kadar seviyorum, demeliyim, çünkü seni dünyadan nefret ettiğim kadar seviyorum.

Ziyan-Hakan Günday

Her sabah gün ağardığında insanlar yeni günü karşılamak için gözlerini açıyorlar. Bizlerin hayatında güneş ışığına yer yok belki ama yılların alışkanlığını bir çırpıda terk etmek zor. O yüzden her sabah genç mahkumlar, ihtiyar mahkumlar, zengin mahkumlar, gariban mahkumlar hep birlikte yeni günü selamlamak için açıyoruz gözlerimizi. Gardiyan İsmail bile çipil gözlerini açıyor arsız arsız. Herkesin bir beklentisi var. Bir fabrikada işçiyken para meselesi yüzünden en yakın arkadaşını bıçaklayan Selim genç karısını görmeyi bekliyor görüş gününde. Diğerlerinin alaycı gülüşlerine aldırmadan. Tarla meselesi yüzünden komşusunu vuran Ahmet Ağa af haberi bekliyor. Pişmanlığın gölgesi düşmüyor hiç yüzüne. Gardiyan İsmail’in derdi malum, o günkü cukkayı doğrultmanın peşinde.

Ben ne bekliyorum peki? Buraya düştüğüm günden beri benim beklediğim hiç değişmedi. Ne af çıkması umrumda, ne ziyaretçi gelmesi. Ben bunların çok ötesindeyim artık. Her sabah içimde bir umutla alıyorum parmaklıklı pencerenin içindeki yerimi. Bazen biraz gecikiyor, o zaman karanlıklara düşüyor gölgem, görünmez oluyorum. Bazen beklediğimden erken gösteriyor yüzünü, güneş o zaman açıyor benim için, o zaman aydınlanıp yeniden insan oluyorum. O gelene kadar bu esaret dünyasına adım atmama neden olan günahımla savaşıyorum. Zamanı geri akıtıp aldığım canı sahibine iade etmek istiyorum. Ta ki o gelinceye kadar… Onun rüzgarı alıp götürüyor bütün pişmanlıkları, dişlerimi sıkıp bir küfür gibi fısıldıyorum yeni güne, “yine olsa yine yaparım, ilk seferindeki kadar acımasız olurum üstelik, çiçek bahçelerinde gezinen asker postalları kadar sert olur adımlarım, dönüp geriye bakmam bile”

Sayısız penceren vardı bir bir kapattım
Bana dönesin diye bir bir kapattım

Göğe Bakma Durağı-Turgut Uyar

KADIN

Eski mahallemde barınamazdım artık. İnsanların parmaklarıyla gösterip “işte o ” diye birbirlerine fısıldamalarının günahını daha fazla taşıyamazdım boynumda. Oysa severdim oraları. Eski Türk filmlerindekine benzer siyah-beyaz bir hayatın hüküm sürdüğünü sanırdım gizliden gizliye. Aslında siyah beyaz olduğunu sandığım hayat değil, insanlardı. Bembeyaz saçlarıyla geniş bahçeli bir evde, kedileriyle birlikte yaşayan Müşerref Teyze beyaz bir insandı örneğin. Sanki hayatında hiç hata yapmamış gibi yaşar giderdi usul usul. Düğüne, cenazeye en önce o koşar, eksiği gediği o kapatırdı, sutyeninde sakladığı bitmek bilmez kefen parasıyla. Şarapçı Rıza siyahtı Müşerref Teyze’nin aksine. Bütün gün avare avare dolaşır, şarap parası bulduğunda içki küpüne düşer, karısını çoluğunu çocuğunu döverdi bitmeyen öfkesiyle. Mahallenin gençlerinin arada toplanıp insanın az, Allah’ın bol olduğu kuytularda onu hizaya getirmesinin nedeni buydu. Karı koca arasına girilmez, ama sabi sübyana göz yaşı döktüren affedilmezdi.

Dingin hayatımızda hepimiz mutluyduk. Kimin siyah, kimin beyaz olduğunu bilmemiz hepimize mutlak bir güven duygusu aşılıyor, gece karanlığında bile pusulamız hep kuzeyi gösteriyordu. Hiç sağa sola sapmadan akıp giden bir hayattan daha fazlası olup olmadığını merak etmiyorduk. Arada kafasını kaldırıp acaba diye sormaya niyetlenenler gündelik hayatın bekçisi mahalleli tarafından gördüğü kabustan uyanması için sertçe sarsılıyordu, o kadar. Mahallenin ruhunda grilere yer yoktu çünkü.

Sonra o çıkıp geldi. Siyahtı o da, beyazdı. Griydi, maviydi, sanki gökkuşağının renkleri yetmemiş, Tanrı’dan daha fazlasını istemiş, Tanrı da ona insanoğlunun bilmediği, keşfedilmemiş renkleri bağışlamış gibiydi. Birinden az, birinden çok ama hepsinden bir parça… Göz dediğimiz ruh kapılarıyla bakmak mümkün değildi ona, onu görmek istiyorsan daha fazlasını yapmalıydın. Işığı o kadar kuvvetliydi ki kapılarını ardına kadar açmazsan ona ulaşman mümkün değildi. Kadim bir büyünün etkisine girmiş gibi, hipnotize olmuş gibi sıyrılmıştım bilincimden, kurallardan, yasaklardan…Ve sonunda onunla bir olmuştum, artık onda hangi renkler varsa bende de aynıları vardı. Siyah beyaz insanların yaşadığı o mahallede Tanrı’nın kutsadığı renklerle donanmış bizlere yer yoktu artık. Grinin bilinmezliğine bile tahammülü olmayan insanlar arasında gözün görmediği renkleri taşıyan bizler cüzam hastaları gibi lanetlenmiştik.

NÖBETÇİ

Şafak 26 ve hala nöbetteyim. Şöyle ağız tadıyla bir şafak sıkıştırması bile yaşatmıyorlar insana buralarda. Başka yerlerdeki tertiplerim çoktan nöbetten düşürmüşlerdir kendilerini. Cezaevinde asker olmanın en büyük zorluğu bu. İçerde gün sayan mi mahkum, yoksa elde silah nöbet kulübesinde gün sayan mı karışıyor bir yerden sonra. Bazen 60’ını çoktan geride bıraktığı için kimsenin ilişmediği, bütün gün cezaevi bahçesindeki otla böcekle uğraşan müebbet mahkumu Arif mi özgür, yoksa ben mi, bilemiyorum. En azından onun elinde 4,5 kiloluk bir otomatik tüfek yok, ayağı beton yerine toprağa basıyor. Bu bile bir şeydir değil mi? Yukarıda nöbet kulübesinde olmanın avantajı caddeden geçen liseli kızları kesmekti eskiden. Rüzgarda uçuşan saçlarına takılıp hayallere dalmak güzeldi. Yeniden sivil gibi hissetmenin yolu liseli kızların göğüslerine sıkı sıkı bastırdığı kitaplardan geçiyordu benim için. Yeni bölük komutanı geldiğinden beri nöbetçilerin başlarını o tarafa çevirmesi yasak. Sözde nöbetçiyiz ama yalnızca cezaevi duvarlarını izlemeye yetkiliyiz. Cezaevi duvarında neyi izleyeceğim ben? Şu bütün gün pencerenin içine tüneyen uğursuz baykuşu mu? Henüz asker olmanın raconunu öğrenmediğim, ağzımdan tek bir küfür bile çıkmayan ilk günlerimde ne kadar garipsemiştim bu herifi? Bütün gün pencerenin içine oturup etrafı gözleyen bu şerefsize yazsalardı ya bütün nöbetleri, bizden daha hevesli görünüyordu nöbet tutmak konusunda. Dedelerimden öğrendim sonra. Meğer bu puşt bir kadın sevmiş. Dediklerine göre kadın da bunu. Ama kadın evliymiş. Bizim baykuş çekmiş vurmuş adamı yol ortasında kovboy filmlerindeki gibi aynı. Almışlar, şehrin ortasında kalmış bu eski cezaevine tıkmışlar herifi. Kadın da yolun karşısındaki eve taşınmış, tel örgülerin hemen arkasına. Bütün gün adam pencerenin içinde, kadın evin önünde, bakışır dururlar şimdi. Bakışsınlar bakalım, bana ne, şafak demiş cart curt, bu saatten sonra bana nesi?

Hiç yorum yok: