28 Aralık 2010 Salı

ONLY YOU

-Dexter izlemeye karar verip de henüz izlemeye başlamayanlar ya da son sezonu izlemeyenler için ağır derecede spoiler içerir, sonra vay efendim sonunu söyledi filan şeklindeki sızlanmaları kabul etmem, kalbinizi kırarım-

Hikayenin başında, yani "tonight's the night" şifresini ilk duyduğumuzda Dexter, içindeki canavarla barışık, kalabalık içinde yalnız yaşayan bir adamdı. Kalabalık içindeydi çünkü Harry ona kalabalık içinde kamufle olacağını, sosyalleşerek seri katil profilinin dışına çıkacağını öğretmişti. Yalnızdı çünkü içindeki canavarı başka şekilde beslemesi mümkün değildi. Her ne kadar yalnızca kötü adamları ortadan kaldırmak için tasarlanmış bir mekanizma olsanız da bu, insanların ve insanlar eliyle üretilen adaletin sizi yargılamasına engel olamaz. Dexter, bunu biliyordu ve araziye uyum sağlamasını kolaylaştıran Rita ile sonu evliliğe kadar giden sessiz bir beraberliği tercih etmişti. Bu konudaki duyguları sonraları çok farklı yönlerde değişti ve (hatta gelişti) belki ama başlangıçta durum bundan ibaretti.

Yalnızlığını bozan geçmişten gelen bir gölgeydi: Brian, Dexter'in özkardeşi, tıpkı onun gibi kan içinde doğan ama çok farklı koşullarda yetişen bir başka "canavar" . Brian, Dexter'ı geçmişi ile yüzleşmeye, yaşadığı sahte hayatı reddetmeye davet etti. Dexter'ı bir seçim yapmaya zorladı ve Dexter'ın bir başka insanı gerçekten sevebileceği gördü. Ama Dexter'ın sevdiği özkardeşi değildi. Brian, bu gerçeği çok net ve kesin bir şekilde öğrendi. Dexter, bir kez daha yalnızdı.

2.sezon Dexter'a bir başka oyun arkadaşı getirdi: O bayıldığım İngiliz aksanı ile fettan Lila. Lila, Rita'nın aksine son derece dişiydi ve bu özelliğini son kertede kullanmak konusunda uzmandı. Rita ve Lila arasında kalan Dexter, şimdiye kadar hiç bilmediği bir takım çapraşık duyguları çözmek zorunda bırakıldı/kaldı. (Ne taraftan baktığınıza göre değişir) Ama Lila, aşılmaması gereken bir başka eşiği daha fütursuzca aşmış, Rita'nın çocuklarını da bu oyunun içine çekmişti. Neyse ki, Lila'nın sınır tanımazlığı, tüm bu duygusal sorunların yanında hızla büyüyen bir başka ve daha gerçek bir sorunu, Bay Harbour Butcher'ın yakalanmasını (!) sağladı. Sonuçta Dexter hala özgür ve yalnız bir adamdı.

Dexter ile oyun arkadaşı olmak isteyenler oldukça kalabalık bir kitle oluşturuyor, bu sefer sıra daha öncekilerden çok daha tanınmış ve etkili bir isme geliyordu: Miguel Prado. Miguel'i diğerlerinden ayıran çok farklı özellikler vardı. O istikbali açık bir savcı ve herşeyin yaşandığı Miami'de oldukça kalabalık bir kitle oluşturan Küba cemaatinin bir ferdiydi. Nüfuzluydu, tanınmıştı, güçlüydü. Ama zaman zaman kural tanımamak gibi bir zaafı vardı. Bu zaaf onu Dexter'la buluşturdu ve belki bir an, sadece bir an için Dexter gerçek bir oyun arkadaşı bulduğunu düşündü. Bu düşten uyandığında öfkesi büyük oldu:





Sonuç kaçınılmazdı ve beklenen oldu.

Sonra gölgelerin arasından Arthur Mitchell çıkıverdi. Arthur ya da diğer adıyla Trinity Killer'ın Dexter ile arkadaş olmak gibi bir arzusu yoktu. Belki de tam tersine bu kez Dexter onunla arkadaş olabileceği, onu örnek alabileceğini düşündü. Kan içinde doğduğu o andan beri Harry'in kodunu izleyen Dexter, bu kez farklı bir yoldan gitmeyi deneyecekti. Çünkü karşısında yıllardır ülkenin dört bir yanında, bir rutine bağlı kalarak öldüren bir seri katil ve onun mutlu ailesi vardı. Şaşırtıcı değil mi? Bir adam nasıl aynı zamanda başarılı bir seri katil ve aile babası olabilir? Arthur bir koltukta iki karpuz taşımak deyimine çok farklı bir anlam katmıştı. Komşuları tarafından sevilen, kilise için çalışan, örnek bir yurttaş olarak diğer hayatına ilişkin izleri nasıl olmuş da saklayabilmişti? Bu sırrı keşfetmek her zamankinden çok daha zorlu bir mücadelenin başlangıcının habercisiydi ve nitekim öyle oldu. Dexter, Arthur'un görünürdeki yaşamının üzerindeki sisleri dağıtmayı başardı ve bir kez daha kendisi için tek gerçeğin Harry'nin kanunları olduğunu anlaması uzun sürmedi. Arthur'un "mutlu aile hayatı" ailesi için yeryüzündeki cehennemdi. Ailemizin seri katilinin kısa süren tereddütü 4.sezon için müthiş dramatik bir sona kapı açtı. Dex, şimdiye kadar karşısına çıkan en güçlü düşmana karşı giriştiği savaşı kazanmış ama Dexter Jr'ın kendi annesinin kanı içinde doğmasına engel olamamıştı. Bir kez daha ve yeniden...

Ve sonra Lumen geldi. Lumen, Dexter için olmasa bile başkaları için bir avdı başlangıçta. Avın avcı, avcının av olması evrimin bir kuralı. Lumen, Dexter'in yol göstermesi ile evrim basamaklarını çok hızlı tırmandı. Tüm dünya üzerinde Dexter'ın taşıdığı karanlık yolcuyu bilen ve onu taşıyan kişi oldu. Dexter Morgan'ı değil, içindeki yolcuyu tanıyan ve (bizzat onu yaratan Harry dahil) yargılamayan tek kişi. Bağlılık yaratmak için ne müthiş bir sır... Ama yine olmadı. Dexter, yaşadığı müthiş yıkımdan geriye kalanları Lumen ile birlikte topladı belki ama karanlık yolcuyu yalnız başına taşımak için lanetlenen bir adamın mutluluğunun uzun sürmesi beklenemezdi. Yanakta beliren bir seğirme ayrılık anındaki tüm acıların özetiydi Dexter için ve biz onu böyle sevdik. "Dilekler çocuklar içindir"

26 Aralık 2010 Pazar

SİGARA VE DİĞER BAZI ŞEYLER

Bu soldaki genç yaşta ölen bir sigara tiryakisiymiş
Sağdaki daha ünlü bir kimse: Star Wars'ın
Palpatine'i. Hesapta soldaki rahmetlinin sigara tiryakisi olan beni
korkutması gerekiyor. Ama korkutmuyor işte.
Onu görünce benim aklıma Palpatine geliyor. (Benim kafa gazyağıyla çalışıyor
olabilir)


Demem o ki bu sigaranın sağlığa zararlarına ilişkin uyarıları güncel hayata dair somut örneklerle yapsalar daha iyi olur mu acaba? Mesela paketin üstüne "bunu içince leş gibi kokacaksın kardeşlik" yazsalar? Ya da "iç, iç merdiven çıkarken körük gibi soluyunca dediydi dersin" deseler? "Hocam, azık hareket edince serilecek yer arayacaksın" diye uyarsalar? (Hocam dedim ya bunu tercihen Ankara'da yapsınlar)

Okan Bayülgen de zamanında böyle bir uyarı yapıp "bana unuttuğum elmanın tadını tekrar alacağımı söyleseler belki bırakırım" demişti. (Mealen) Kendi adıma gerek kullanılan hormonlardan, gerek kullandığım nikotinin tadından gerçek çilek tadını unutalı epey bir zaman olduğunu söyleyebilirim. Belki böyle bir kampanya olsa... Olmaz mı? O zaman da başka bir bahane mi bulurum acaba? Bilmem, en azından içimiz kararmaz. Daha ufuk açıcı, daha şiirsel bir kampanya olur gibi. Yapsınlar bence, sence?

AN OFFİCER AND A GENTLEMAN

Adet yerini bulsun diye başlığa filmin orijinal ismini yazdım ama ben bu filmi her zaman "Subay ve Centilmen" ismiyle anmayı tercih ediyorum. Filmlere Türkçe isim koyarken zaman zaman çuvallayan dağıtımcılar (ya da her kimse) bu kez tam da filmin temasına uygun bir isim bulmayı başarmışlar.

1982 yapımı Subay ve Centilmen'in yönetmeni Taylor Hackford, başrol oyuncuları bir dönem cins-i latifin gönlünde tatlı bir meltem gibi esen Richard Gere ve benim gönlümde her zaman bir kasırgaya dönüşen Debra Winger. Richard Gere'in en yakın arkadaşını David Keith, sert eğitim çavuşunu ise bu rolüyle en iyi yardımcı erkek oyuncu Oscar'ını kazanan Louis Gossett Jr. canlandırıyor. (Bu eğitim çavuşları ya da her ne rütbedeyse askeri eğitimciler hakikaten "sert" olur bu arada, siz hiç "seni öyle bir süründürürüm ki yılanlar ve kertenkeleler bile sana imrenir" diye tehdit edildiniz mi?)

Çoğunuz bu filmi izlemişsinizdir mutlaka ama kısa bir hatırlatma yapmak gerekirse Richard Gere'in canlandırdığı Zack Mayo donanma için pilot yetiştiren bir askeri okula kaydolur. Okulda her türden, her sınıftan, her renkten insan arasında kısa sürede bencil, tek başına hareket etmeyi seven, ekip ruhundan uzak kişiliği ile arkadaşlarının ve eğitim çavuşunun dikkatini çeker. Eğitim çavuşu onun bu özelliğini kendine özgü yöntemleriyle törpülemeye çalışırken Mayo da hayatın ona öğrettiği şekilde hayatta kalma mücadelesi verir. İzinli olduğu dönemleri ise arkadaşı Sid ile birlikte kasabanın güzelliklerini tanımaya ayırır. Ama bir problem vardır. Kasabanın dar çevresine sıkışan kadınlar dış dünyaya açılan pencere olarak pilot adaylarını seçmiştir. Haftasonu kaçamaklarının hamilelikle neticelenmesi kasabadan çıkış için tek yönlü bilettir.

Hatırladınız değil mi? Konu bildik, iyisiyle kötüsüyle, yerli yabancı pek çok filmde gördüğümüze sıradanlıkta. Filmi izledikten sonra hayatınız değişmez, ufkunuzda süpersonik patlamalar yaşanmaz.

Ama bu film benim için özel. Filmi her izlediğimde bir kez daha aşık olduğum Debra Winger için mi? Hayır diyemem, ama bundan daha fazlası var. Tam olarak isimlendirmek mümkün değil. Bir adamın iyi insan olmak için verdiği çaba mı? O gelgitli aşk hikayesi mi? Aşık kadının, "aşık kadın halleri" mi, bilmiyorum. Şu kadarını söyleyebilirim ki her defasında oturup derin bir teslimiyet içinde kendimi filmin akışına bırakıyorum. Bir filmden daha fazla ne beklenir ki?

22 Aralık 2010 Çarşamba

21 Aralık 2010 Salı

MEÇHUL ÖĞRENCİ ANITI - ECE AYHAN

Buraya bakın, burada, bu kara mermerin altında
Bir teneffüs daha yaşasaydı
Tabiattan tahtaya kalkacak bir çocuk gömülüdür
Devlet dersinde öldürülmüştür

Devletin ve tabiatın ortak ve yanlış sorusu şuydu:
Maveraünnehir nereye dökülür?
En arka sırada bir parmağın tek ve doğru karşılığı:
Solgun bir halk çocukları ayaklanmasının kalbine'dir

Bu ölümü de bastırmak için boynuna mekik oyalı mor
Bir yazma bağlayan eski eskici babası yazmıştır:
Yani ki onu oyuncakları olduğuna inandırmıştım

O günden böyle asker kaputu giyip gizli bir geyik
Yavrusunu emziren gece çamaşırcısı anası yazdırmıştır:
Ah ki oğlumun emeğini eline verdiler

Arkadaşları zakkumlarla örmüşlerdir şu şiiri:
Aldırma 128! intiharın parasız yatılı küçük zabit okullarında
Her çocuğun kalbinde kendinden daha büyük bir çocuk vardır
Bütün sınıf sana çocuk bayramlarında zarfsız kuşlar gönderecek.

20 Aralık 2010 Pazartesi

KİMSİNİZ KUZUM?

Zamanında Darth Vader'ı Sevmek İçin 5 Neden diye bir yazı yazmıştım. Öyle ses getiren, insanların okumak için birbirini çiğnediği, camın çerçevenin indiği bir yazı değildi. Google Analytics sayesinde görüyorum ki insanların pek rağbet ettiği bir yazı görüntüsü de çizmiyordu. Ama son bir hafta içinde (benim blogum ölçüsünde) çılgınlar gibi hit alıyor. Herhangi bir yorum falan da yok. Merak ediyorum ne oluyor. Ben öldüm de yazılarım mı kıymete bindi? 6.His gibi bir şey mi oldu ? Meğersem ben en başından beri ölümüymüşüm?

Yoksa, daha kötüsü Lord Vader'ı kızdıracak bir şey mi yaptım? Kimsiniz kuzum siz? Neden gelip gelip bakıyorsunuz ama hiç birşey söylemiyorsunuz ? Korkuyom lan, lütfen bişi deyin.

17 Aralık 2010 Cuma

GEREĞİ DÜŞÜNÜLDÜ...

Yazdan kalma bir gündü. Güneşin ısıttığı, göl kıyısındaki parkta terkedilmiş gibi duran bir banka yerleşti usulca. Elindeki kitaba baktı tereddütle, geri kalan birkaç sayfayı şimdi mi okumalı, tadını çıkarmak üzere sonraya mı bırakmalı? Her zamanki oburluğuyla şimdi burada, şu göl kıyısında, Leyla'ya ait Boğaz'ı hayal ederek okumanın en doğru seçim olduğuna karar verdi. Su kenarında başlayan hikaye su kenarında bitmeliydi. Leyla'ya yakışır şekilde...

Kitap bittiğinde gözlerinden iki damla yaş süzülmesine engel olamadı. Engel olmak bir yana az önce yanına oturan aylak olmasa belki hıçkıra hıçkıra ağlayacaktı. Çalan telefon, onun hayal dünyası için üflenen İsrafil'in borusuydu. Neredeydi? Orada burada, şuradaki pamuk yastığa benzeyen bulutta, az ötede eşelenen su kuşunun kanadında. Heyhat, görev çağırıyordu.

Ayaklarını sürükleye sürükleye Leyla'nın Evi'nden çıkıp her ilçede bir tane bulunan adaletin evine doğru yürüdü. Bu kadar çok evi olunca adaleti evde bulmanın zor olduğunu biliyordu. Yine de duruşma listesine hızlıca bir göz atıp belki bu kez buluşuruz ümidiyle aramaya başladı. Adalet ile olan buluşmasına daha birkaç dosya vardı. Göl kıyısında olduğu gibi güneşli değildi ama burada da banklar vardı. Birine oturup büyük buluşma için beklemeye başladı. O sırada mübaşir yılların alışkanlığı ve nezle görmemiiş sesiyle kapıya çıkıp adaletin söz verip verip beklettiği diğer taliplerine seslendi: Davacı falancaaa, davalı filancaaa

Falanca ile filanca süklüm püklüm geldiler, ellerinde nüfus kağıtları, kalplerinde ilk kez hakim karşısına çıkmanın tedirginliği...Uzattılar nüfus kağıtlarını işbilir katibe, katip yazdı tek tek: Anasının adı, babasının adı.Katibin sorgusu suali bitince hakim aldı sazı eline: "Davacı falanca, davalı filanca ile 17.08.2009'da evlenmişsiniz, mahkememize boşanma isteği ile başvurmuşsunuz, boşanmak istiyor musun?" Davacı filanca sanki 40 yıllık evli bir devlet memuru bıkkınlığıyla karısı filancaya bir kez bile bakmadan; "Evet hakim bey, boşanmak istiyorum, anlaşamıyoruz, sürekli kavga ediyoruz"

-Ya sen filanca, sen de boşanmak istiyor musun?
-"Evet, hakim bey, istiyorum" diye cevapladı soruyu filanca. O da en az emekli devlet memuru görünümündeki kocası kadar sıkılmıştı bu genç evlilikten. Halbuki kendileri de evliliklerinden çok yaşlı değillerdi. Belli ki filanca okuduğu lisenin en güzel kızlarından biriydi. Falanca da onu, arkadaşlarıyla birlikte okul çıkışlarında bekleyip babasının asker arkadaşı Ahmet Abi'nin kafesine götüren biricik aşkı. O kaçamak, heyecanlı buluşmalar ne olmuştu da yerini kesif bir bıkkınlığa bırakımıştır. Bu sorunun cevabını onlar bilmiyordu. Ama izleyici sıralarında oturup pür dikkat duruşmayı izleyen yakınlarının bir fikri olduğuna emindi. İnsanların tıpkı düğüne gider gibi boşanmaya da cümbür cemaat gitmelerine hala şaşırıyordu. Eltiler, görümceler, dayılar, amcaoğulları... Hepsi orada, her an adaletin tecellisine ya da eski hısım yeni hasımlarına müdahale etmeye hazır, yırtıcı kuşlar gibi bekliyorlardı sabırla.

Hakim bey, oturduğu koltuğa yavaşça sırtını dayayıp kararını yazdırmaya başladı. "Gereği düşünüldü:......."

Hakim bey, gereğini düşündü. Birilerinin bunu yapması gerekiyordu.

Ama falanca ile filancanın elinde Leyla'nın Evi olsaydı, onlar da manolyalar için gözlerinden birer damla yaş akıtsalardı her şey farklı olur muydu? Bunun gereğini kim düşünecekti? *

*Bu yazı Ekin Sanat Dergisi'nin Mart 2011 sayısında yayınlanmıştır

14 Aralık 2010 Salı

13 Aralık 2010 Pazartesi

BATI CEPHESİNDE YENİ BİR ŞEY YOK


Henüz lise çağlarında gönüllü olup cepheye giden çocukların, Paul Baumer'in gözünden anlatılan hikayesi. Çocukken, tesadüfen elime geçen bir kitaptı. Önce her erkek çocuğunun hayalleri süsleyen askerlik, kahramanlık gibi duyguların etkisiyle okumaya başladım.

Çocuk halimle bile kitabın bambaşka bir şey anlattığını anlamam çok uzun sürmedi. Çünkü diğer "kahramanlık hikayelerinin" tersine bu kitabın kahramanları açlıktan bir at bulup yediklerinde mutlu oluyorlar, top atışlarından saklanmak için girdikleri mermi çukurlarında zehir soluya soluya ölüyorlardı ve bunlar olup biterken kendileriyle hiç de gurur duymuyorladı. Kitabı okuyup bitirdiğimde kafam iyice karışmıştı.

Çok sonra kitabı yeniden okuduğumda elime nasıl bir cevher geçtiğini anladım. Paul'un göğsünden süngülediği Fransız askerle mermi çukurunda geçirdiği saatleri anlattığı bölüm kadar etkileyici bir savaş karşıtı eser bugüne kadar verilmemiştir sanırım. Ya da hiç bir hayal kahramanının ölümü bilge Katczinsky'nin ölümü kadar iç yakmamıştır. Kitabın dramatik yapısı hiçbir söz sanatını gerektirmeyecek, hiçbir görsel oyuna yenilmeyecek kadar kuvvetlidir.

Kuşkusuz kitabın yazarı Erich Maria Remarque'nin 1.Dünya Savaşı'nda bizzat savaşmış olmasının bunda etkisi vardır. O kadar içten duygularla yazılmıştır ki 1933 Almanya'sında kitaplar yakılmış, yazarı Alman vatandaşlığından çıkarılmıştır.

Naziler'in bütün bu çabaları Paul'un "on sekiz yasindaydik. tam yasamayi ve dunyayi sevmeye baslamistik. Bizi bu dunyayi mahvetmekle gorevlendirdiler" diyen insan sesine engel olamadı.

11 Aralık 2010 Cumartesi

10 Aralık 2010 Cuma

8 Aralık 2010 Çarşamba

HAMİLEYSEN EYLEMDE NE İŞİN VAR

Anayasa bir devletin kuruluşunu, temel yapısını ve organlarını, iktidarın ne şekilde devredileceğini düzenleyen, birey hak ve özgürlüklerini belirleyen temel metindir. Genel bir ifade ile söylemek gerekirse ismine anayasa dediğimiz yazılı düzenleme o toplumdaki bireylerin büyük çoğunluğu tarafından bir uzlaşma çerçevesinde kabul edildiği (en azından varsayımsayımsal) olarak kabul edilen bir temeldir. Devlet binası, bu temel üzerinde yükselir. İdarenin, yani yürütmenin eylem ve işlemleri anayasaya aykırı olamayacağı gibi, yasamanın, yani siyasi iktidarın usulüne uygun olarak kabul ettiği yasalar da anayasaya aykırı olamaz. Ancak anayasa genel bir düzenleme olduğu için anayasada tanımlanan hak ve özgürlüklerin içeriği yasalarla belirlenir. Zaten dananın kuyruğu da burada kopar. Anayasada tanınan hak ve özgürlüğün içeriğini belirlemek demek anayasada tanımlanan hak ve özgürlüğü özünden koparmak demek değildir. Bir örnekle açıklamak gerekirse;

Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'nın 34.maddesi der ki; "Herkes, önceden izin almaksızın, silahsız ve saldırısız toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme hakkına sahiptir." Ne güzel değil mi? Anayasa diyor ki; "ben vatandaşlarımın barışçıl insanlar olduklarını ve hoşnut olmadıkları konularda bir araya gelip seslerini yükseltebileceklerini peşinen kabul ediyorum. Buraya kadar her şey çok güzel. Dananın kuyruğu dedik ya en başta işte şimdi oraya geliyoruz

İlgili anayasa hükmünün devamında "toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme hakkının kullanılmasında uygulanacak şekil, şart ve usuller kanunda gösterilir" diyerek dananın kuyruğuna atıf yapıyor. Anayasanın yaptığı atıf gereği 2911 sayılı Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu'na bakarak nasıl toplantı ve gösteri yapabileceğimizi öğreniyoruz. İşin rengi de değişmeye başlıyor. 2911 sayılı Yasanın 6.maddesinde toplantı ve gösteri yapılabilecek yerlerin vali ya da kaymakam tarafından belirleneceği, 7.maddesinde başlangıç ve sona eriş saatleri, 9.maddesinde bir düzenleme kuruluna gereksinim duyulduğu, düzenleme kurulunun toplantıda hazır bulunması gerektiği,10.maddesinde düzenlenecek toplantının en az 48 saat önce mülki amire bildirilmesi lüzumu (ki bu bildirimde amaç, konu, düzenleme kurulu üyelerinin kimlikleri ve ikametgahları gibi gayet ayrıntılı bilgiler talep ediliyor), 13.maddesinde gösteri için bir hükümet komiseri atanabileceği ve bu hükümet komiserinin toplantıyı teknik cihazlarla kaydettirebileceği, şartları oluşması halinde toplantının ertelenebileceği ya da yasaklanabileceği hüküm altına alınıyor. Tabi bu kurallara aykırılığın sizi 2911 sayılı Yasaya muhalefet suçundan hakim karşısına çıkartacağını söylememe gerek yok.

Son tahlilde toplantı ve gösteri yürüyüşü yapmanın Anayasal düzlemde serbest, yasal düzlemde oldukça sıkı kayıt ve şartlara bağlı olduğunu, 2911 sayılı Yasanın hakkın özüne zarar verici nitelikte olduğunu ve bu haliyle anayasaya ters düştüğünü söylersek yanlış bir değerlendirme yapmış olmayacağız kanaatindeyim. Böyle düşünen bir tek ben değilim kuşkusuz ama Anayasa Mahkemesi "düzenleme kurulunun toplantıda hazır olmasına" ilişkin hükmün Anayasaya aykırılı ğı iddiasına 2004/90 E.-2008/78 K. sayılı kararı ile "hayır" diyerek yasa hükmüne anayasa karşısında üstünlük vermiş bile.

Bütün bunlar işin bir boyutu. Bir de bunların üstüne polise zor kullanma yetkisini veren Polis Vazife ve Salahiyet Kanunu (Neden yetki değil de salahiyet, çünkü kanun bir sürü değişikliğe uğramakla birlikte 1934 tarihli) eklersek protesto sırasında bebeğini kaybetti haberine ulaşıyoruz : http://www.ntvmsnbc.com/id/25157478

Bu haber doğru mudur, değil midir bilmem. Bildiğim tek şey bu haberin doğru olabileceğidir. Bu ülkede yaşayan hiç kimse "hayır kardeşim, bizim polisimiz bu kadar acımasız değildir" diyemez. Dövüle dövüle öldürülen Metin Göktepe'ye, Manisa'da işkence görüp yıllarca yargılanan gençlere, henüz 12 yaşındayken yaşı kadar kurşun sıkılarak öldürülen Uğur Kaymaz'a kadar gitmeye gerek yok. Bu ülkede yaşıyorsan polisten korkarsın. Polisten neden korkulur:

Ülkeyi yöneten Başbakanı, bakanı ve sair zevatı ortada dönen vahşeti görmez de protestocu öğrenciler belli bir ideolojinin mensubu diye çıkarsa ortaya polis bir vuracaksa beş vurur. Emniyet müdürü böylesine vahim bir iddia ortadayken biz kendi içimizde çözeriz diye girecekse mevzuya daha çok insan ölür.

Son bir not "madem hamileydi ne işi vardı eylemde" ya da "o yaşta ne hamileliği, o çocuk gayrimeşrudur" diyen mütareke basınından beter, insanlıkla pek arası olmayan iktidar sevicilerine lanet olsun.

5 Aralık 2010 Pazar

KELİMELER VE DİĞER BAZI ÇAĞRIŞIMLAR

Züccaciye: İçine fil kaçması metaforu ile meşhur bu dükkan çeşidi aslında tencere, tava, ütü masası, bardak, çanak gibi bilumum ihtiyaç malzemesinin bir sonraki sahibini beklediği yerdir. İçerik itibariyle böylesine düşük bir profil çizen züccaciye, isminde başka anlamlar gizleyen alçakgönüllü bir çapkındır aslında. Bu konudaki ilk yazımızda (biz bunları yazılarımızda anlattık) Zigon örneği için iki profesörün tartışmasına şahit olmuştuk. Peki şimdi soruyorum; bir sabah gazeteleri açsanız ve "Hindistan Veliaht Prensi III. Züccaciye'nin eşi Nihale Sultan ile birlikte resmi temaslarda bulunmak üzere Ankara'ya geldiğini" okusanız garipser misiniz? Ben garipsemem kardeşlerim. Hemen dost ve kardeş ülke Hindistan'dan gelen bu iki önemli konuğu karşılamak üzere bir elimde Türk, bir elimde Hindistan bayrakları ile yollara düşerim. Hem siz züccaciye dükkanına neden fil girdiğini sanıyorsunuz? Memleket hasreti tabi ki. Başka neden olacak?

Nihale:Soruyorum sana, nihale nedir? Genel kanıya bakarsak nihale masalarımızın, tezgahlarımızın ateşten daha demincek aldığımız tencereden, tavadan, efendime söyliyim çaydanlıktan yanmasını engelleyen fedakar bir ev eşyasıdır. Tıpkı Kahraman Masa Esat gibi. Ama ben onu sormuyorum, "sence" nihale nedir?

Bence bir kadın ismidir, üstelik oldukça romantik bir kadın ismidir. Erol Evgin 'in bir şarkısı vardı hani; Di-lara Di-la-ra, Di-la-ra, bir tek seni sevdim Di-la-ra, hatırladın? Hah şimdi, kaldır Dilara'yı, koy yerine Nihale'yi, bak ne güzel oldu. Ni-ha-le, Ni-ha-le, Ni-ha-le, bir tek seni sevdim Ni-ha-le.

Hatırlayamayanlar için Erol Evgin'den geliyor :






Edit:Nihale fikri için Müge'ye teşekkürler