25 Kasım 2011 Cuma

22 Kasım 2011 Salı

BİLGİÇ VE RÜZGAR

Gözlüklerini burnuna alışkın bir el hareketiyle yapıştıran bilgiç çocuk şiir okumayı sevmem dedi. "Ben hep düz yazı okurum, ne okuduğum önemli değil, atlas okumakla başladım işe, sonra ansiklopedilere terfi ettim. İçimdeki öğrenme açlığını bastırmak için ne geçtiyse elime ayırt etmeden okudum. Bazen okuduğumu anlamadım, bazen anlık aydınlamalar yaşadım, ama hep okudum. Şiire bir türlü ısınamadı içim, kelimelerin anlam ifade etmesi için askeri bir düzende içtima etmesi gerektiğini düşündüm hep. Başıboşluğu, kuralsızlığı, daldan dala atlamayı sevmiyorum ben. Kontrol güçtür. "

Bilgiç çocuğun, büyümüş de küçülmüş ciddiyeti şen bir kahkaha attırdı Rüzgara. Az önce çocuğun okumak için uğraştığı kitabın sayfalarını karıştırarak eğlenen Rüzgar, bu kez çocuğun kendisi ile eğlenmeye başladı. "Okumuşsun belli çocuğum" dedi, fısıldayarak. Sesi incecik akıp giden bir derenin sesi kadar yumuşaktı." Okumuşsun ama eksik öğrenmişsin. Bir bilsen neler kaçırdığını..", kışkırtıcı bir göz kırpış eklendi sözlerine.

Öfkelendi Bilgiç, gözleri çakmak çakmak. Ne kaçırmışım, boş laf bunlar?.

Bilememişsin çocuğum diye üsteledi Rüzgar. Kelimelerin sana oyun ettiğini, sana gösterdikleri yüzlerinden başka yüzleri olduğunu, ancak algını serbest bıraktığında anlamlarına ereceğini öğretmemişler sana. Bilsen ki şiir infilaktır, teslim olurdun hayata. Aslolan hayattır.

BURN AFTER READİNG


Aslında ortada dişe dokunur hiçbir mevzu yokken hiç sıkılmadan akıp giden 96 dakikalık şahane bir hikayeyi paylaşmanın hazzıyla huzurlarınızdayım. Seinfield tarzı, "hiçbir şey hakkında" komediyi sevdiğim için bu filme bayıldığımı söylemem lazım ve işte söylüyorum. Bu filme bayıldım. (Bu "bilmemne yapmak lazım" kalıbına ayrıca hastayım. Tebrik etmek lazım diyor mesela, e et o zaman, tutan mı var?)

Senaryo, bir delinin kuyuya taş atması esasına dayanıyor. 40 akıllı (!) bir araya gelip taşın kuyudan çıkması konusunda bir gelişme olmayınca ortada hiç hakkında şahane bir komedi çıkıyor.

Burn After Reading, Coen kardeşlerin elinden çıkma, zengin oyuncu kadroyla dikkat çeken bir film. Filmde kimler yok ki? George Clooney, Brad Pitt, John Malkovich, Tilda Swinton, Frances McDormand (Fargo'daki uyuz kadın polis) Hani böyle ismi büyük oyuncular bir araya geldiğinde zaman zaman ortaya berbat işler çıkıyor ya, Burn After Reading asla öyle bir film değil. Nasıl olsun ki? Bir yandan Brad Pitt, bir yandan George Clooney, içi boş birer jönden ibaret olmadıklarını göstermek için adeta yarışa girmişler. Şu kadar söyleyeyim, George Clooney'in canlandırdığı karakterin gerçek bir "yavşak" olarak aramızda yaşadığına, Brad Pitt'in karakterinin ise dünyanın en sevimli ve boş kafalı adamı olduğuna inanıyorum. İkilinin birlikte oynadığı, bana biraz Pulp Fiction'ı çağrıştıran ölüm sahnesi, belki de sinema tarihindeki en komik ölüm sahnesi olabilir. Brad Pitt komediye ne kadar uygun bir adam olduğunu daha önce de göstermişti ama Burn After Reading zirve noktası olabilir. "Kaybeden" rolünde gördüğümüz (daha doğrusu ben gördüm, seni bilmem ehe) John Malkovich "fuck" parantezine alınabilecek diyaloglarıyla Tony Soprano'ya rakip olabilir.

Genel toplamda film sana hiçbir şey anlatmayacak ama çok eğleneceksin.

11 Kasım 2011 Cuma

BİR DÖNEM BİR ÇOCUK


Daha önce serinin son kitabı Öfkeli Yıllar hakkında yazmıştım. Eline ne geçerse okumak şeklinde özetleyebileceğim düzensiz okuma alışkanlığım sayesinde serinin ilk kitabı olan Bir Dönem Bir Çocuk'u ancak okuyabildim. İkinci kitabı da bir ara okursam her şey çok güzel olacak.

Biliyorum böyle söylemek çok ayıp ama Bir Dönem Bir Çocuk okumaktan hazzetmeyenler için göz korkutma kapasitesi yüksek, tuğla gibi bir kitap. Ama görünüşe aldanmamak gerek. Altan Öymen, ailenin bilge büyüğü uslubuyla hem 1940'ların Ankara'sını ince ince tasvir ediyor, hem de babasının bürokrat ve siyasetçi kimliğiyle dahil olduğu olaylar zincirini gözler önüne seriyor. Kitabın bolca fotoğraf ve o döneme ait gazete başlıkları ve karikatürlerle süslenmesi okunabilirliğini sonuna kadar artırıyor.

Zaman 40'lı yıllar olunca kitabın konusu ister istemez 2.Dünya Savaşı ile ilişkileniyor. Başta İsmet İnönü olmak üzere dönemin siyasetçilerinin bir yandan ulusal onuru korumaya çalışırken bir yandan geniş ufuklu diplomatik manevralarla ülkeyi savaş uçurumuna sürüklenmekten kurtarması oldukça detaylı bir şekilde ele alınmış. Hitler'in yürüttüğü anti semitik politikaların ülkedeki yansıması, Varlık Vergisi hukuksuzluğu gibi çok bilinmeyen konular hakkında verdiği bilgiler kitabın değerini artmış. Sonlara doğru gelen tek partili dönemden çok partili döneme geçiş ve karşılıklı taraflarda yarattığı ezber bozulması oldukça bilgilendirici.

10 Kasım 2011 Perşembe

4 Kasım 2011 Cuma

BEHZAT Ç SENİ KALBİME GÖMDÜM


Uzun bir aradan sonra yeniden sinemada film izleme imkanı doğunca tercihimi tabi ki Behzat Ç'den yana kullandım. Behzat Ç'nin hikayesini Her Temas İz Bırakır ve Son Hafriyat isimli Emrah Serbes kitaplarından ve diziden zaten biliyoruz. Anladığım kadarıyla film ekibi, filmin hikayesini izleyicideki bu genel tanışıklığın üzerine kurmuş. Behzat Ç ve ekibi ile hiç tanışmayan birisi filmi izlediğinde karakterleri oturmamış, senaryosu zayıf gibi bir takım eleştiriler getirebilir. Örneğin Akbaba'nın yavaş yavaş delirmesi, Behzat Ç'nin kızı ile olan meselesi filmde önemli bir yer tutarken konudan bihaber kimselerin "bu adamlar niye delirdi" diye sorması abes kaçmaz.

"Behzat Ç'yi tanımayan adam var mı?" diye düşünmemek lazım. Arka sıralarda oturan bir genco arkadaşına "aa, ne kadar ilginç lan, film Ankara'da geçiyor" diye fikir beyan ettiğine göre hala Behzat Ç ile tanışmayan insanlar var demektir. Film, onların beklentilerine net bir yanıt vermeyebilir.

Ekibi tanıyanlar için bir yorum yapmak gerekirse, Behzat Ç'nin küfür dolu iklimine hoşgeldiniz diyebiliriz. Ekiple zaten tanış olanlar önceden aldıkları referanslarla boşlukları dolduracaklarından onlar için hiçbir problem yok. Televizyondaki biiippplerden sıkılanlar, Behzat Ç'nin nasıl bir Samsun 216 tiryakisi olduğunu bilenler için yaşasın sansürsüz Behzat. Küfür, dilin tadı tuzudur ve küfürsüz hayat sıkıcıdır. Bunu bilir, bunu söylerim. Filme çoluğu çombalağı toplayıp gitmeyeceğimize göre varsın küfretsin amirim.

Oyuncular yine her zamanki gibi, Selim sevimsizi hariç herkes işin hakkını vermiş. O garibimi de belli ki ayıp olmasın, ekiptendir diye filme almışlar. Yoksa kardeşimin bir repliği bile yok. Selim'in repliği yokken Pilli Bebek'in müzikleri konuşuyor.

İlk film için iyi bir başlangıç, değil mi?