17 Şubat 2012 Cuma

THE GİRL WİTH THE DRAGON TATTOO


Lafı hiç dolandırmadan mevzuya girmek istiyorum. Bu filmi izlediğim için çok mutluyum. Filmi beğenen olur, beğenmeyen olur, zevk meselesi... Ama benim dünyamda vazgeçilmez filmler arasındaki yerini aldı The Girl with the Dragon Tattoo.

Çok mu güzel bir film? Hayır, değil. Durgun temposu ve uzun süresi ile özellikle sinemada izlenecek bir film hiç değil ve eğer sinemada izleseydim muhtemelen bu kadar sevmezdim.

Ne var peki bu filmde? Bir kere ucundan kıyısından Hakan Günday edebiyatına bulaşmış bir kimsenin bu filmden hoşlanacağını düşünüyorum. O karanlık atmosfer, durdurulamaz bir nehir gibi akıp giden saf şiddet, filme Günday kitaplarına özgü karamsar havayı fazlasıyla katıyor. Hakan Günday'ın herhangi bir kitabını okurken okuduğunuza inanamaz "böyle bir şeyin yaşanması mümkün değil" diye hırslanırsınız. Oysa "gerçek" çok uzakta değildir. En yakındaki gazetenin 3.sayfasına baktığınızda Günday'ın sadece hayatı, edebiyata taşıdığını görürsünüz. Filmin ana karakterlerinden Lisbeth üzerinden anlatılan hikaye fazlasıyla Hakan Günday'ın elinden çıkmış gibi duruyor ve bu benim içim olumlu bir referans

Bir filmi hakkında hiçbir şey bilmeden izlemeyi, izlerken ipuçlarına ulaşmayı seviyorum. The Girl with the Dragon Tattoo'yu izlerken, aklıma ister istemez Se7en geldi. Se7en'daki yağmurlu, kapalı, depresif hava, kar, buz ve soğuk olarak başrolü kapmıştı yine. Her iki filmin David Fincher'a ait olduğunu keşfedince bulmaca çözülmüş oldu. Ben bir dahiyim. (!)

Daha önce James Bond olarak tanıdığım Daniel Craig'i ilk başta biraz yadırgasam da ilk bir kaç dakikada yarattığı sempati ile James Bond'u unutturdu. Ama filmin yıldızı kesinlikle Lisbeth rolünde izlediğimiz Rooney Mara. Lisbeth'in çok zor bir hayatı var ve şartlar onu düşüp kaybolmaya zorluyor. Hayat sertleştikçe, Lisbeth uyum sağlamanın bir yolunu buluyor ve Rooney Mara bu zor rolün üstesinden fazlasıyla geliyor.

Hiç yorum yok: