27 Temmuz 2011 Çarşamba

SIKILDIM

aynanın karşısında durmuş burun deliklerimden vücudumu terk eden sigara dumanını izlerken, ruhumun uçarken kanadından vurulan bir kuş gibi yavaş yavaş, süzüle süzüle düşüşe geçtiğini hissettim. bunu hissettiren neydi tam olarak bilemiyorum. çalışma arkadaşımın adeta bir fil gibi yürümesi mi, yoksa bitmek tükenmek bilmeyen klavye sesleri mi? şu sorunun cevabını bulmak önemliydi aslında; insanın tatil ihtiyacı doruk noktasına çıktığı için mi iş dünyasının talepleri giderek saçma geliyordu, yoksa talepler zaten saçma olduğu için mi tatil ihtiyacı zirve yapıyordu? 100 ton buğdayı napacaktım? 100 ton buğdayı kaldırıp bir depoya koymak için kaç tane kıç yalamam gerekiyordu? imdaaaatttt diye bağırsam, yangın var diye çığlık atsam birileri 155'i arar mıydı, yoksa en yakın akıl hastanesinden yardım mı isterlerdi?

mutfaktan elime geçen cam bir bardağı kırıp ilk önüme gelenin gırtlağına saplasam bu benim kontrolü tamamen yitirdiğime mi delalettir yoksa bunun hayalini kuruyor olmak bende hala yaşam belirtisi olduğuna mı karinedir? o değil de yarın bir gün adli bir vakaya karışırsam bir önceki satırı okuyan habercinin mal bulmuş mağribi gibi atlayacağını, haber bültenlerinde gözlerini devire devire, "kaaatil blogunda işleyeceği cinayeti adeta ilan etmişti" diyeceğini artık hepimiz biliyoruz. neyse mevzu o değil...

insanın 8:30 ila 19:00 saatleri arasında aslında yaşamıyor oluşu, saatleri 19:01'i gösterdiği anda nefes alıp vermeye başlaması nasıl bir mucizeydi? bu hesaba göre bir gün 13,30 saat ediyordu. peki geri kalan 10,70 saati tahsil etmek için kime başvuracaktık? eğer ciddi ciddi istiyorsak hayatımızdan çalınan saatleri kimi dava etmeliydik?

son bir şey, o haberci var ya hani, müstakbel cinayetimin görgü tanığı, bütün içtenliğime kendisine kafamın girmesini dilerim.

19 Temmuz 2011 Salı

KİLL THE İRİSHMAN


Ne zamandır şöyle güzel bir mafya filmi izlemiyordum ki Kill The İrishman yetişti imdadıma. Gerçek bir hikayenin anlatıldığı Kill The İrishman 70'li yıllarda Cleveland'da mesleğini icra eden Danny Green'in öyküsü. Limanda çalışan sıradan bir işçiyken zamanla işleri büyütüp kendi organize suç örgütünü kuran ve bu işte İtalyanlar'a kafa tutacak kadar ilerleyen Green kökleri ile gurur duyan Katolik bir İrlandalı. Zaman zaman fonda yükselen İrlanda ezgileri ile insanı Braveheart moduna sokan Kill The İrishman'de benim en çok hoşuma giden eski tip mafya filmlerinde kullanılan "saf şiddet" ögesini ön plana çıkarması. Saf şiddet derken şunu kastediyorum: Yeni nesil suç filmlerinde bangır bangır bir müzik, müthiş bir şiddet güzellemesi, silahlara övgü gibi süsler yer alırken eski tip mafya filmlerinde böyle bir şeye pek rastlanmaz. Örneğin iki adam, ıssız bir Akdeniz kasabasında, sıcaktan bunalmış vaziyette yürürken onlara bir tek ağustos böcekleri eşlik eder. Yürürler, yürürler, karşıdan gelen yaşlı bir adamla selamlaşırlar, sonra ahırın önüne park etmiş külüstür arabaya yaslanıp bir sigara yaktıklarında aniden havaya uçuverirler. Ne olup bittiğini anlamazlar bile, seyirci de anlamaz çünkü o da hiç haber vermeden gelen bu acımasız şiddetin kucağında şaşkına dönmüştür. İşte İrishman'de bu çizgide ilerleyen filmlerden.

Başrolde Ray Stevenson gerçekten iyi bir iş çıkartmış. Göbekli bir Val Kilmer, polis rolünde ona yarenlik ediyor. Bir zamanlar futbol sahalarında terör estiren Vinnie Jones, bu kez (ve hatta yine) kafa göz patlatıyor. Vinnie Jones'un aktörlüğü ile futbolculuğu arasında pek bir fark yok:



Ve tabi ki tüm zamanların en klas adamı Christopher Valken, çok büyük olmasa da kilit bir rolle beklenen yerini almış. Valken demişken şu klibi anmadan olmaz:



Netice itibariyle, güzel film





4 Temmuz 2011 Pazartesi

1 Temmuz 2011 Cuma

SALAKLIĞIN KISA TARİHİ

Ankara kendini Trabzon sanan şizofren bir ruh haline bürünmüş sürekli yağan yağmurdan yaz mevsimine sıra gelmez, cebimdeki para bitmeyen tüketim ihtiyacına karşı Son Mohikan gibi direnirken gri hücrelerim beni terk etmeye başlamıştı. Eskiden de üstün zekalı sayılmazdım ama evden çıkmadan anahtarı aldım mı acaba diye 842 defa kontrol etmezdim. Obsesyon ile zeka durgunluğu arasında serbest salınım halindeyken belki iyi gelir diye sabah poğaçalarına verdim kendimi. Evrim basamağının gerilerinde durduğum için yırtıcıların iştahının kesilmesini bekledim çaresiz. Sıra bana gelene kadar siparişimi içimden tekrar ettim ki poğaça satıcısının önünde dilim, küçük dilime dolanmasın: İki peynirli poğaça, iki peynirli poğaça. Nihayet sıra bana geldiğinde otomatiğe bağlamış şekilde döküldü ağzımdan sözcükler: iki peynirli .... Aha bu da parası.

Poğaçalarımı almış, iş yerinin yolunu tutarken gözüm elinde sıkı sıkı tuttuğum paraya takıldı. Evet, doğru görüyordum. Az önce 10 lira verip 2 poğaça almıştım ama elimdeki para olsa olsa bir 5 lira üstü olabilirdi en fazla. 10 liraya iki poğaça alarak başlamıştım güne. Ay pek mutluydum.

O kadar para verdikten sonra lezzetinden yemeye kıyılmayan sabah nevalesini lüplettikten sonra sıra cigara tellendirmeye gelmişti ki bu da bir başka alışveriş süreci anlamına geliyordu. Azimli bir insan olduğum için bu küçük problem bana engel teşkil edemezdi. Nitekim etmedi ve en yakın marketin yolunu tuttum. Marketten elimde sigara ve bir miktar para üstüyle çıktığımda aklımdan geçen tek şey derhal bir sigara yakmaktı ve fakat gözüm yine elimdeki bozukluklara takıldı. Bu kez de sigara için 20 Tl vermiş ve karşılığında 10 TL üstü almıştım.Geriye dönüp" marketçi, marketçi noldu bizim para üstü" desem muhtemelen "ne para üstü" gibi gayet rasyonel bir cevapla karşılaşmam kuvvetle muhtemeldi ve ben kuvvetle muhtemelden kesin kadar korkardım. Öyleyse... 20 liraya aldığım sigaranın zevki paha biçilemezdi. Paha biçemedim.

Comboyu tamamlamak için son bir hamle daha yapmam gerekiyordu ki Jerry Lewis olsa bu kadarını yapabilirdi. Oraya giderken elimde bir evrak çantası olduğuna göre çıkarken de elimde bir evrak çantası olması yeterliydi. Evrak çantasının mülkiyetinin o anda hiçbir önemi yoktu. Uuzaklarda çağıldayan pınar sesi gibi bir sis perdesinin arkasından gelen "o benim çantam, o benim çantam" özdeyişine aldırmadan yürümenin de aynı derece anlamsız olduğunu kabul etmem gerekirdi. Astalavista baby!