30 Nisan 2009 Perşembe

CANLI YAYINA HÜCRE EVİ KAPISI ÇIKARTAN HABERCİNİN PSİKOLOJİSİ


Afedersiniz, y.rrağı yemiştir. Haberci davranışlarını bir yere kadar anlayabiliyorum. O sahte telaşları, heyecanlı heyecanlı haber geçişlerini, polislerin arasında elleri kelepçeli götürülen adamlara "hiç utanmıyor musun" diye sormalarını... Hepsini bir yere kadar anlayabiliyorum. Ratingtir, alışkanlıktır, mesleki racondur, başımın üstünde yeri vardır. Ama canlı yayına bir gün önce basılan bir hücre evine ait kapıyı çıkartıp incelemenin sana, bana, haberi yapan sarı bıyıklı abinin habercilik geçmişine ne faydası var, onu hiç anlamıyorum işte. Çatışmanın şiddetli olduğu gösterilmeye çalışılıyorsa polis yan dairenin duvarını yıkıp içeri girmiş. 6 saat boyunca bombalar havada uçuşmuş. Bu bana çatışmanın şiddeti hakkında esaslı bir fikir veriyor zaten. Delik deşik olmuş bir kapıyı canlı yayına bir "süperstar" edasıyla çıkarmak habere bir zenginlik katmıyor ama benim izlediğim haber bülteni hakkında değişmeyecek fikirlere kapılmamı sağlıyor. Birileri benimle sağlam dalga geçiyor.

27 Nisan 2009 Pazartesi

DEVLETSEVER

3 Mart 2009 tarihinde başı gövdesinden ayrılmış genç bir kızın cesedi Etiler'de bir çöp konteynırında bulundu. Ortada bir ceset vardı: Henüz 17 yaşında olan Münevver Karabulut'un genç bedeni

Ortada bir şüpheli de var. Ama polis 3 Mart 2009 tarihinden bu yana şüpheliye ulaşamıyor. Polisin şüpheliye ulaşamaması kabul edilemez ama anlaşılabilir. Böylesine bir cinayeti işleyen kişi ortadan kaybolmak için önceden hazırlık yapmış olabilir.

Ama İstanbul Emniyet Müdürlüğü makamını işgal eden bir kimsenin bu denli insaniyetten uzak olması anlaşılamaz ve kabul edilemez. Neden mi? 26 Nisan 2009 tarihli Hürriyet Gazetesi'nde bir röportaj yayınlandı. İstanbul'un asayişinden sorumlu kişi, cinayeti aydınlatmak için ne gibi bir çalışma yaptığını anlatmak yerine ölen genç kızın ailesini kızlarını yeterince takip etmemekle, gece geç saatlere kadar dışarıda kalmasına müsaade etmekle suçluyordu.Bu hiç bir kalıba girmeyecek tuğla kadar kalın laflar üzerine cilt cilt kitap yazılabilir. Sözün sahibinin kafasının çalışma prensipleri araştırılabilir. Şu olabilir, bu olabilir. Ama hiç bir şey bir babanın, evladını yitirmiş bir başka babaya bu denli yabancı kalmasını açıklayamaz.
Emniyet Müdürü olarak işinin gereğini yerine getiremiyorsun onu anladık, bunu anlamamız için sayısız fırsat verdin bize: Hrant Dink cinayeti, 1 Mayıs'ta alınan güvenlik önlemleri (!), vatandaşların verdiği doğal tepkilere övgüler (!) v.s. v.s.
Bari seni duygusuz, devletsever bir robot yerine insan suretinde görmek için imkanı tanı bizlere. Bu kadarını yapabilirsin, evladını toprağa vermiş bir babanın halinden anlayabilirsin. Onu da yapamıyorsan:http://cerrahistifa.blogspot.com/

20 Nisan 2009 Pazartesi

SEVİYOR-SEVMİYOR



Seviyor;

-Kanattan hücuma kalkan oyuncunun önünden geçtiği tribünlerin meksika dalgası yaparcasına ayaklanmasını,

-Bu görüntünün kale arkası kamerasından gösterilmesini,

-Tıklım tıklım dolu tribünler önünde, yoğun taraftar baskısı altında oynayan deplasman takımının golünü taktıktan sonra statta oluşan sessizliği ve bu sessizliği bozan bir avuç oyuncunun sevinç çığlıklarını,

-Basketbol maçlarında fileden yükselen çufff sesini,

-Yardım istediğinde bir an bile tereddüt etmeden, kendinden geçercesine yardıma koşan Jack Shephard'ı (her eve lazım, öyle Sawyer yakışıklıymış filan olmaz bu işler)

-"At kadehi elinden, bin parçaya bölünsün" diye süren nefis şarkıyı,

-Hayatında ilk defa çilek yiyen bebeğin yüzünde oluşan lezzet izlerini,

Sevmiyor;

-Rock konserinde yerinde oturmasını telkin eden çevre dinleyicileri, (Gençlikte yani, şimdi konsere monsere gidemiyos, gitsek bile yerimizden kalkamıyos)

-Her fırsatta Jack'e laf sokmayı, onun liderlik becerilerini yerle bir etmeyi seçmiş ada sakinlerini,

-"Ye, iç, eğlen dostlar, ehlen ve seh(v)len" diye başlayan türk sanat musikisi şarkısını, (İnsanda pompalı tüfek sahibi olma arzusu uyandırıyor)

-Duygu ve düşüncelerini adam gibi bir metin içerisinde bütünlük arz edecek şekilde değil de tarzan gibi madde madde ifade eden blog yazarlarını, evet.

17 Nisan 2009 Cuma

13 Nisan 2009 Pazartesi

SİZSİZ DE OLMAZ BİLİYORUM AMA SİZİNLE DE BU ALEM BANA BİRAZ DAR

Bir zamanlar Dr.Skull vardı





object width="425" height="344"><

DEXTER MORGAN İÇİN KESİLECEKLER LİSTESİ


Diziyi takip edenlerin bildiği üzere Dexter Morgan, bir seri katildir. Ama bildiğimiz seri katillerden farklı bir yöne sahiptir: O, seri katillerin Robin Hood'udur. Yani Dexter, her ne kadar insanları biftek boyutunda parçalara ayırıyorsa da bunu "iyi" amaçlar için yapmaktadır. Kestiği insanlar, gerçek anlamda can yakmışlardır, pek çoğu seri katil profiline uymaktadır ve Dexter onlar için üretilmiş bir anti-virüs yazılımıdır. Kısaca nasıl Robin Hood zenginden alıp fakire verme idealindeyse Dexter da yasalardaki boşluklardan yararlanarak ya da bir şekilde adaletten kaçarak fazladan nefes alandan dalak, böbrek sökme eğilimindedir. Böylelikle adaletin tecellisini sağlamakta ve içindeki canavarı beslemektedir.


Bu profile bakınca yüreğimin yağlarını eritmek için acele tarafından bir Dexter ve bu Dexter için bir kesilecekler listesi gereksinimi duydum:


- Hani hatırlar mısınız, bir zamanlar İstanbulspor'da Güven isminde gelecek vaad eden bir çocuk vardı? Noldu ona? Önce Fener, sonra adet olduğu üzere Beşiktaş forması giyen, şimdilerde futbol yorumculuğu yapıp Digitürk reklamlarında ailesi ile birlikte rol kesen Mustafa Doğan tarafından ayağı kırıldı. Nerede şimdi Güven? Bilen yok. Ama Mustafa Doğan Allahın günü, at kuyruğu saçları ile televizyonda, yatacak yerin yok Mustafa, Dark Defender peşinde...


-Önceleri spor muhabirliği yapıyordu ve standart spor muhabiri kadar zararlıydı. Ama o gözlerde daha fazlasını istediğine dair ışıklar yanıp sönüyordu kımıl kımıl. Netekim bir zaman sonra onu firarda gördük. Sonra insanların fare yemeye zorlarken yakaladık ama en ölümcül silahını en sona saklamıştı: Var mısın, Yok musun? "Küçük mü hissediyorsun, yoksa büyük mü? Ayy çok heyecanlıyım, galba bende büyük var? Seni çok seviyorum. Hımm 85.000-TL iyi para ama orda 500.000 duruyo, seyircilere soralım, kırmızı hissediyorum, kutuları açıyorum, kutuları kapıyorum, maymun gibi zıplıyorum, zıplıyorum, zıplıyorummmm" Acun yaşattığı bu kabus nedeniyle toplumdan dışlanmak yerine ödüllendirildi, artık Dexter tarafından cezalandırılabilir.


- Bu sefer daha yakınlara bakalım, hep televizyon kahramanları mı yiyecek küsküyü? Sen, sen yok musun, o okuduğu kitabın ardına saklanan, saklanabilirsin ama kaçamazsın amigo nıhahaha. Seni tanıdım. Sen tarihte ilk defa "sistem insanları yalnızlığa itiyor" diyen denyo değil misin? Buraya kadarmış canım, salavat getir.


-Minik Serçe, mini mini serçe, Bizzat senin içinde bir şeytan var, o şeytanın komple tikiyiz diyen dillerine lanet olsun. Seni onun etkisinden kurtarmaya geldik Dexter'la. Korkma, eskisi gibi kalbime attığı çizikleri izleyebilirsin uzaktan. Ama yok artık boş beleş sözler, kalbimin kraliçesini kirleten iblis yönüne veda et. Alıcaz onu lokal anesteziylen.


-Reklamcılar, siz toptan kaçın canlarım, sizin alayınızı kesmek lazım. Ama öncelikle şu Adios reklamını çeken, düşünen, müziğini yapan tiplemeler : Siz bir adım önce çıkın.


-Ahahah, nasıl unuttum ayol; İbo. Ama Tatlıses değil, Bu da İbo ama bunun soyadı Erkal. Her ne kadar artık ortalıklarda pek görünmüyorsa da bana yaşattığı işkenceyi unutmuş değilim. Senden kaçsam, seni taklidini yapan arkadaşım olacak sıpalardan kaçamazdım. Artık sen de kaçamazsın iboooo, vakit tamam


Hadi Dexter'ım Morgan'ım kesi kesiver şunları. Darkly dreaming canım. Remember the Harry's code hayatım.


10 Nisan 2009 Cuma

İTİRAF EDİYORUM


- Ara ara bloga girip sanki benden başka yazan varmış gibi bir değişiklik var mı diye baktığımı,


-Şu meşhur 4-3'lük Fener-Beşiktaş maçının son derece zevkli bir maç olmasına rağmen içimdeki holiganı serbest bıraktığım için o maçtan zerre zevk almadığımı,


-Yine aynı maçta karşımda oturup her Beşiktaş golünden sonra goaalllaalllll diye bağıran formalı gencin kafasına bira şişesini geçirmediysem bunu Ali Rıza Amca'ya duyduğum saygıdan olduğunu, (Ali Rıza Amca'nın elinde büyümüş olduğumuz gerçeği başka bir açıklama yapmaya mahal vermeyecek kadar açıklayıcıdır)


-Böyle part-time holigan bir görüntü çizmeme rağmen Galatasaray'ın UEFA Kupasını kazanmasından sonra sevincimden, hayatımda hiç yapmadığım, bundan sonra hiç yapmayacağım bir şeyi yaparak arkadaşlarla güruh halinde Kızılay'a çıktığımı, çıktığımızı,


-Ancak her GS-FB muhabbetinde "biz avrupa şampiyonu olduk koçum" lafını duymaktan gına geldiği için, her ortamda, her yerde, her karşılaştırmada aynı teraneyeye takılmaktan sıtkım sıyrıldığı için, nkfvas gibi bir rezilliği övmekten imtina etmeyen zavallılar grubu futbol dünyasını bir virüs gibi sardığı için hiç bir şekilde ezeli rakipleri desteklemediğimi, karşılarına çıkan ecnebi takımların attığı gollere canı gönülden sevindiğimi,


-CM'de Adriano'yu sırf takımda tutmak, kadroya girmesini sağlamak için o cüsseye rağmen sol kanat oyuncusu olarak oynattığımı, hayvan evladının seneyi 16 gol- 16 asistle tamamladığını, bu durumda oyunda bir yamukluk olduğunu düşündüğümü itiraf ediyorum

6 Nisan 2009 Pazartesi

VERTİGO


Vertigo, iç kulak iltihabı veya bazı başka rahatsızlıklar nedeniyle ortaya çıkan baş dönmesidir. Bazen içinde bulunulan ortam da tetikleyici olabilir. Örneğin deniz üzerinde uçan bir pilot uçuş süresi uzadıkça engin bir maviliğin içinde kaybolabilir. Vertigonun ortaya çıkmasını sağlayan bir başka etken daha vardır: Korku. Ve Tanrı'ya şükürler olsun ki Alfred Hitchcock korkudan beslenir.

Vertigo, ustanın 1958 yılında çektiği zamanında pek kıymeti bilinmemiş ama zaman geçtikçe değeri anlaşılmış bir başyapıt. İsimden anlaşılacağı üzere hikayenin temeline vertigo gelip oturmuş, neredeyse bütün film vertigodan kaynaklanan bir defo üzerine inşa edilmiş. Filmin temposuna göre etkinliği artan ya da azalan, film için bestelenmiş orjinal müzikler, bıçak gibi keskin sahneler ve bir dehanın sıradan insanlardan nasıl ayrıldığını gösteren kamera kullanımı. Kamera kullanımı derken teknik bilgiye sahipmişim izlenimi bırakmak istemem. Ama filmin başrollerinde gördüğümüz James Stewart ile Kim Novak'ın filmin ikinci bölümünde yer alan öpüşme sahnesinde dönen kamera, James Stewart'ı (filmdeki adıyla Scottie'yi)bir yandan tutkulu bir aşık olarak resmederken bir yandan da akıl sağlığının sınırlarında dolaştığını gösterir. Bunu anlamak için teknik bilgiye gerek yok..

Teknik bilgi demişken; filmi izledikten sonra okuduğum bir sürü yazıda ustanın vertigonun kurbanına verdiği hissi seyirciye yaşatmak için başvurduğu hızlı hareket eden kameranın zoom yapması hareketine Vertigo Hareketi dendiğini belirtmek isterim.

Neyse, onu bunu bilmem de, mutlaka görülmesi, izlenmesi gereken bir filmdir, onu gönül rahatlığıyla derim bak.

5 Nisan 2009 Pazar

3 Nisan 2009 Cuma

inanması zor ama işte buna oy verdin

Senin sağcı, solcu, şucu, bucu olman beni pek ilgilendirmiyor değerli angaralı. "Zaten ilgilendirmemeli ibiş" dersen haklısın kardeş der boynumu bükerim, o derece. Ama bu yaptığın seçimi sorgulamak zorundayım. Geçen 15 yılda seni rahatsız eden hiç bir şey olmadığını kabul etmek beni yoruyor. Son 15 yılın hesabını vermek yerine, gelecekteki 5 yıl yapacaklarını anlatan bir adama oy vermiş olman mantıklı mı sence? "Adamcağız projelerini yetiştirecek zaman bulamadı, kendisine bir 5 yıl daha avans verdim la" demiş olamazsın değil mi? 15 yıl uzuun bir süre, hem de çok uzun. Nasıl bir proje dilersen dile, bu zamana yetişirdi.
Senin hakkında tartışırken bile "ya bırah şimdi Ankara halkını" diyecek kadar fütursuz bir adamı baş tacı etmek fazla yüce gönüllü bir davranış bence. Hem sen hiç sokağa çıkmıyor musun? Taksicilerle, market sahipleriyle, esnafla hiç konuşmuyor musun? Bu adamın dedikodusunu bir tek bana mı yapıyor bu insanlar? Yoksam benim etrafımda başkanın dedikodusunu yapan hayaletler mi var? Ay si ded pipil hesabı. Bu işte bir yanlışlık var ama sonuç bu işte Ankaralı. İyi bak la bebe işte bunu seçtin; şimdi seçiminin tadını çıkar

o çok mutlu


buna oy verdin ankaralı, mutlu musun?