27 Eylül 2010 Pazartesi

SALLAPATİ FİL

Sallapati Fil, kocaman ayaklarını sürükleyerek oturduğu masadan kalktı. Sıkılgan bir ifadeyle çevresini süzdükten sonra, iyice buruşturduğu yüzü sayesinde hortuma dönen burnunun ucuna doğru ilerlemeye başladı. Nereye gittiğini biliyordum. O koca ayakları, çizgi filmlerdeki labada lubada efektini verdiğine göre hayat pınarına doğru ilerliyordu: Bir fincan çay. En ucuz ve en sürekli eğlencelik. Sabahtan demle akşama kadar döne döne iç. Hayvanat bahçelerindeki o kocamış fillere fındık, fıstık yerine çay vermelilerdi. Hem yaşlarına da uygundu.

Tahminim doğruydu, elinde çiçekli bir fincanla yerine doğru ilerliyordu ağır ağır. Bu kez adımları daha yavaştı, bir file göre bile yavaş... Eskisine göre daha mutlu bir yüz ifadesiyle yerine oturdu. Hortumunu fincana uzatarak ilk yudumunu çekti, hürrppp. Hemen ardından ikinciyi hürpppp. Hürp sesine alışmıştım artık. Beni delirten diğeriydi, çay kaşığını fincandan çıkartmadan çay içmeye çalışmak, mutlaka kadim dinlerde önemli bir ritüel olmalıydı. Ya da ne bileyim Osmanlı sarayında padişaha gösterilen hürmetin bir nişanesi belki. Yoksa insanı zıvanadan çıkartan bir davranışın tekrar tekrar yapılmasının başka bir anlamı olabilir miydi?

İşte geliyor, önce hürppp, evet alkışlıyoruz. Ve şimdi de çay kaşığı sesi, şangır, şungur. Arada bir de sesli sesli esnemek gerekir ki aramızda henüz delirmemiş olanlar varsa onlara son bir şans verelim. Çok güzel.... Artık hep beraber Kaf Dağının ardındaki masal ülkesine doğru bir yolculuğa çıkabiliriz.




26 Eylül 2010 Pazar

PARK

Sokağa çıktığında yarın kurulacak pazar için şimdiden hazırlıklara başlayan pazarcıların bağırışmaları çarptı kulağına. Üstü örtülü kasalardan buram buram kırmızı biber kokusu yükseliyordu. Yazı uğurlayan bir yağmur bulutu pazarcıların cansiperane çalışması şerefine bir iki damla göz yaşı döktü.

Kulağındaki tanıdık ses, perdelerden bahseden bir şarkı söylüyordu. Perdelerden bahseden bir şarkının ne saçma olduğunu düşündü. Ama güzeldi yine de . Köşeyi dönünce parkta buldu kendini. Aslında herhangi bir yerde buluvermedi. Nereye gittiğini biliyordu. Karşıdan gelen üç gölgeye baktı belli belirsiz. Her zaman yaptığı gibi "kapışsak kaçını alırım" diye düşündü. İkisinin yeterli olacağı, üçüncünün fazla geleceğini hesapladı sinsi sinsi. Zaten üçüncü toramandı biraz. Bu gizli fantezinin, gizli kalmaya devam etmesi için herkes için en iyisiydi.

Park boyunca yürümeye devam etti. Bu parkı seviyordu gündüzleri. Geceleri o kadar sevdiğinden emin değildi. Evinin güzenli sessizliğini özlediğini hatırlatıyordu ona. Hem zaten, o bir korkaktı. Bir insanın bu kadar evcimen olmasının başka bir açıklaması olamazdı. Bütün korkaklar gibi bir taş bulup altına saklanmalıydı. Alışageldiği üzere.... Hiçbir şey olmadan, hiçbir şey yapmadan... "Hiçbir şey yapmazsam hiç hata yapmam galiba" Şahane bir hayat felsefesi, insanı hayatta tutmaya yeter.

16 Eylül 2010 Perşembe

LEYLA'NIN EVİ




Böyle her okuduğun kitabı koşa koşa gelip burada anlatmak gayet travmatik bir vaziyet, bir nevi Hıncallık, bir nevi Uluçluk ama dayanamayacağım yahu. Pek de güzel kitap, çok de güzel kitap, ne yapayım:

Daha önce hiç Zülfü Livaneli kitabı okumamıştım. Bu anlamda Leyla'nın Evi benim için bir ilk. Ama görünen o ki son olmayacak. Roxy, Yusuf ve Leyla'nın dünyası bu üç kişi arasında kalmayacak kadar zengin çünkü. Bir bakmışsınız Roxy'nin Almanya günlerine gidip babasına beraber isyan ediyoruz, bir bakmışsınız Leyla'nın evinde ayaklarımızı Boğaz'ın sularına sallandırıp balık tutuyoruz. Tam martıların çığlıkları eşliğinde çöken siste kaybolacakken Meclis lokantasındaki erkek kalabalığı içinde yemek yerken buluyoruz kendimizi. Bütün bunlar olurken alttan alta politika konuşuyoruz, Cumhuriyet Devrimlerini, malikin değil de mülkün iktidar sahiplerine göçünün hikayesini dinliyoruz. Eski insanları, denizi özlüyoruz. Hiç görmediğimiz manolya apaçlarına kurulan hamaklarda ölmeye yatıyoruz.

Bu da geçer ya hu diyoruz, bu da geçer...

14 Eylül 2010 Salı

ÜNLÜ OLMAK VE LOCA İLİŞKİSİ

Malum, şundan birkaç gün önce ülke olarak büyük bir heyecan yaşadık. Basketbol Milli Takımımız, kalp krizleri, spazmları, bilimum kalp rahatsızlığı arasında Sırbistan engelini aşarak Dünya Şampiyonası'nda finale ulaştı. Finali kaybettik ama Kerem Gönlüm'ün dediği gibi "finalin günahı olmaz". Bize yaşattıkları heyecan ve gurur için takımımıza ne kadar teşekkür etsek azdır. Yılların Şansal'ı, Mustafa Denizli'si bile heyecandan şu hale geldiyse iyi bir şey yapmışsınızdır:

http://www.facebook.com/video/video.php?v=159240344090119&ref=mf

Ama benim takıldığım mevzu o değil. TV ekranından bir yandan maç izlerken bir yandan sık sık gösterilen ünlülere siz de rastlamışsınızdır. Önce futbol milli takımıyla başlayan ünlülerin basketbola ilgisi sonra Kıvanç Tatlıtuğ'undan, Şahan Gökbakar'ına, Athena'sından bilimum mankenine, şarkısıcına kadar uzadı gitti. Kimi arasak oradaydı. Bütün bu ünlü ama birbiriyle alakasız adamlar hep birlikte oturuyorlardı. Demek ki birileri önceden bunu düşünmüş. Demiş ki; "şimdi ünlüler münlüler gelir, bu adamları sıradan insanların arasına oturtursak imza isterler, fotoğraf çekinmek isterler, adamlar rahatsız olur, biz bunların hepsini birarada oturtalım". Şahane fikir. Süper fikir. Millet olarak bizi biz yapan hasletlerimizden birisi ayrıcalıklara olan düşkünlüğümüz olduğuna göre fıtratımızla müthiş uyumlu bir fikir.

Ama benim aklım şuna takıldı:Kimin ünlü, kimin az ünlü, kimin sıradan olduğuna kim karar veriyor? Bu seçilmiş insanlar nasıl seçiliyor? Nasıl bir eliminasyon sistemi takip ediliyor? Öyle değil mi? Mesela Kıvanç Tatlıtuğ ortalığı yıkıyor bu ara. Aşkı Memnusuydu, Ezel'iydi, 30 saniyede bir çıkan "çantaya bak" reklamıydı, ondan popüleri yok bu ara. Ünlüler aleminin tüm gereklerini yerine getirdiğine göre baş köşeye oturtabiliriz, bunda sorun yok. Ama mesela durumu daha karmaşık olanlar var. Kendisini tanımam, nasıl bir şekli şemali vardır, bilgim yok ama Seda Sayan'ın oğlu da ünlüler locasında maçı izleyenler arasındaymış. İşte işin çetrefilli tarafı burada başlıyor. Annesini tanımayan yok ama oğlu? Locanın girişinde bekleyen güvenlikçi olduğunuzu düşünün şimdi. Bir tane adam geliyor, çok ünlü birisinin oğlu ama kendisi aynı derecede ünlü değil. Ne yapmak lazım? Bunu da ünlü sayacağız? Saymışlar nitekim.

Peki az ünlüler kervanından Sörvayvır Oğuzhan gelse mesela girebilecek mi içeri? Bir numarası yok, bütün gün göbeğini okşayarak oturuyor serin yerde. Ama adam her gün televizyonda ...



Nostaljik ünlüler? Peki buna ne demeli? Atilla Atasoy ile Sermet Erkin kolkola gelseler "biz ünlüler locasında maç izlemek istiyoruz" deseler? Adamlar ünlü ama güncel değil. Hımm, kafam karıştı.
Kriminal ünlüler var bir de.Bunlar aslında ünlüler ama bir ara başları yasalarla derde girmiş. Deniz Seki, Haluk Levent gibi. Kişilikte yaşanan kriminal yansımalar ünlüler locasının kapısından çevrilmeyi getirir mi beraberinde acaba?

Peki ünlü birisi olunca birinci derecede yakınlarımızı içeri alabiliyorsak Atilla Atasoy'un çocukları ya da Sermet Erkin'in tavşanları içeri girebilecek mi? Peki, Zeki Müren, Zeki Müren'de bizi görecek mi? Bazen en iyisi ünlü birisi olmamak diye düşünüyorum. Benim gibi takıntılı bir adam için uygun bir hayat tarzı değil zaten. "Burada oturmak için yeterince ünlü müyüm acaba" diye düşünürken hayat bana zehir olurdu yeminle

1 Eylül 2010 Çarşamba

ÖFKELİ YILLAR - ALTAN ÖYMEN


Öfkeli Yıllar, Altan Öymen'in "Bir Dönem ve Bir Çocuk" ve Değişim Yılları" ndan sonra yayınladığı, serinin 3.kitabı. Serinin diğer kitaplarını okumadım. Açıkçası bu kitabı da hediye olarak gelmeseydi okumazdım sanırım. Çünkü anı kitaplarından pek hazzetmiyorum. Ama Öfkeli Yıllar, daha önce okumadığım için pişman olduğum bir kitap oldu.


Bir kere, bunca yıldır gazetecilik yapan, ekmeğini kelimelerden çıkartan bir yazarın kitabı öyle ya da böyle kendisini okutuyor. Bir de Öfkeli Yıllar, sadece bir dönemin özetini yapmakla kalmıyor. Bir dönemin özetini yaparken aynı zamanda genç bir öğrenci-gazetecinin mesleğinde, hayatında, okulunda ilerlemesini birbirine paralel giden doğrularla anlatıyor ki bu formül benim her zaman beğendiğim bir formül olmuştur. Mesela zamanında Erol Evgin, (sanırım 25.meslek yılı için) böyle bir çalışma yapmış kendi hayatının evrelerini, Türkiye'nin o ana denk düşen tarihi olaylarıyla birleştirerek mükemmel bir sunum yapmıştı.


Öfkeli Yıllar'a dönecek olursak, kitapta temel olarak 1950-1955 arasında Dünya'da ve Türkiye'de yaşanan siyasal olaylar bir gazeteci gözüyle anlatılıyor. Örneğin 6-7 Eylül olayları, Adnan Menderes ve Demokrat partinin iktidar anlayışı, demokrasiye geçiş sancıları, yurtta ve Dünya'da komünistlere yönelik cadı avları, (eski) TCK'nın 141,142 ve 163.maddelerinin nasıl kabul edildiği, Kore Savaşı, DP-CHP çekişmesi , İstanbul'da Hilton Oteli açılması gibi döneme damgasını vuran olaylar birer birer sıralanıyor.


Tabi, bütün bu olaylar oldukça gergin bir havada yaşandığı için ortaya kitabın içeriğini özetleyen harika bir başlık çıkıyor: Öfkeli Yıllar


Son bir not:Kitapta yer yer Altan Öymen'in ve kitabın diğer kahramanlarının fotoğrafları var. Ne yaptıysam o fotoğrafı bulamadım. Genç Altan Öymen ile Nicolas Cage arasındaki benzerlik şaşırtıcı