29 Temmuz 2013 Pazartesi

THE FULL MONTY

Çalıştıkları fabrikanın kapatılması üzerine işsiz kalan iki arkadaş parasızlık içinde kıvranırken erkek striptizcilerin ne kadar çok para kazandığını ve kadınlar arasında ne kadar popüler olduğunu fark eder. Yaşadıkları şehirdeki erkeklerin genel sorunu işsizlik olduğu için ekip zamanla büyür ve ortaya amatör ruhlu bir striptiz grubu çıkar.

1997 yapımı The Full Monty'nin yönetmeni Peter Cattaneo. Trainspotting'deki rolüyle akıllara kazınan Robert Carlyle'nin başrolünü üstlendiği film, İngiliz mizah anlayışının nadide örneklerinden birisi. "İngiliz" ve "mizah kelimeleri" yanyana geldiğinde biraz iğreti duruyor farkındayım ama alışageldiğimiz mizaha göre daha inceci, daha ironik ve daha kendiyle meşgul bir mizah anlayışları olduğunu kabul etmek lazım. Üstüne bir de İngiliz aksanı eklenince benim için mutlaka izlenmesi gereken bir film çıkıyor ortaya.

İşin mizahı bir tarafa aslında politik bir film The Full Monty. Koca koca masaların ardında oturan ve bir takım sayılara bakarak kararlar alan ister seçilmiş, ister atanmış yöneticiler hayatlarımızı nasıl etkilediklerinin farkında mı acaba? Mesela özelleştirme motivasyonuyla bir fabrikayı kapattıklarında ya da işçi çıkarma yoluna gittiklerinde işleri ellerinden alınan adamların hayatlarını nasıl sürdürdüklerine dair bir öngörüleri var mı? İşsiz kalan bir adamın hayata dair tüm beklentilerinin ve düzeninin sonsuza dek değiştiğinin, onun tüm ilişkilerinin bundan etkilendiğinin farkındalar mı acaba?

Biz bu temayı başka nerede görmüştük? Hayatın her alanında görüyoruz, kimimiz yaşıyoruz. Ama ben onu sormuyorum. Los Lunes Al Sol, yani  canımın için Güneşli Pazartesiler aynı konu üzerine yapılmış başka bir film. Dünyanın bitin işçileri kardeş olduğuna göre, işsiz kalan emekçilerin filmleri de kardeş sayılır galiba.

The Full Monty'nin, Los Lunes Al Sol'dan ayrı düşen yanı daha mizahi bir çizgide seyretmesi. İşsizlik kurumunda sıra bekleyen "yeni dansçıların" öyle bir sahnesi var ki, o sahnede gülmeye taş olur ya da zaten olmuştur.


26 Temmuz 2013 Cuma

THE LONGEST DAY

Savaş filmlerine devam. Tıpkı daha önce bahsettiğim A Bridge Too Far gibi The Longest Day da katıksız bir savaş filmi. 1962 yapımı film, savaşın bitmesinin üzerinden henüz 15 yıl geçmişken  çekildiğinden dönemin tanıklarını, yani gazileri danışman olarak kullanmış, oldukça gerçekçi bir yapım. 10 milyon dolarlık bütçesiyle Schindler's List'e kadar yapılmış en pahalı siyah-beyaz film, kadrosunda birbirinden ünlü yıldızları barındırıyor. Richard Burton, epey genç ve tüysüz bir Sean Connery, Henry Fonda, buruşuk çeneli Robert Mitchum ve tabi ki kovboyların en beyazı, en Amerikalısı, en Protestan'ı John Wayne.

John Wayne deyince suratımızı buruşturmayalım lütfen, çünkü bu kadar adamın rol aldığı filmde John Wayne de kendi üzerine düşeni oynamaktan başka bir şey yapmıyor. Bu film, görmeye alıştığımız kahraman Amerikalı, alçak Alman eksenindeki filmlerden değil. Her iki taraftaki askerleri, mümkün olduğunda "asker" şeklinde anlatmaya çalışan ve belgesel niteliği yoğun filmde pek öyle kahramanlık hikayeleri dinlemiyoruz. Bu arada şarkılarıyla tanıdığımız Paul Anka'nın da bir rangeri canlandırdığını söylemezsem kusur kalır.

Normandiya Çıkarması, filmin temel konusu. Karar verme süreci, hazırlıklar ve çıkarmanın kendisi zaten 178 dakikayı fazlasıyla dolduruyor. Belki biraz iddialı bir tahmin olabilir ama Er Ryan'ı Kurtarmak filmindeki çıkarma sahnesinin bu filmden feyz aldığını söylemek istiyorum. Kopya çekmek anlamında söylemiyorum,  Longest Day'in Er Ryan'ı Kurtarmak filmindeki çıkarma sahnesine ışık tuttuğunu söylüyorum. Arada fark yok mu? Tabi ki var. Er Ryan, sahnenin gerçekçiliği anlatmak için kolları, bacakları havada uçurur, elinde bağırsaklarını tutan askerler telaş içinde sağa sola koştururken, Longest Day'ın askerleri efendi gibi ölüyor. Kurşunu yiyen, elindeki silahı atıp tek parça halinde  usul usul ölmeye koyuluyor. "Efendim ben savaş filmi seviyorum ama o ne öyle kollar bacaklar, ıyy, eciş bücüş" diyen müşkülpesent şiddet severler için kansız savaş filmi gelmiştir.

Küçük köpeği ile sahilde birliğini idare etmeye çalışan Çılgın İskoç, karısının doğum günü uğruna çıkarmayı kaçıran Erwin Rommel gibi hoşlukları ile savaş filmi severler için mutlaka izlenmesi gereken filme ilişkin gevezeliğim burada sona eriyor. İyi seyirler.

25 Temmuz 2013 Perşembe

A BRİDGE TOO FAR

Market Garden Operasyonu, 2. Dünya Savaşı'nın en büyük operasyonlarından biridir. Hollanda'ya düzenlenen operasyon ile müttefikler Hollanda üzerinden Almanya'ya girip savaşı erkenden bitirmeyi planlamışlardı ancak tarihteki en büyük bozgunlardan birine uğradılar. Alman savaş gücünün yanlış hesaplanması, Hollanda topraklarına indirilen kuvvetlerin cephane, erzak v.s. gibi ihtiyaçlarının karşılanamaması ve konumuz olmayan daha pek çok askeri nedenle Market Garden Operasyonu müttefiklerin kesin yenilgisiyle sonuçlandı.

A Bridge Too Far, Market Garden Operasyonunu anlatan neredeyse belgesel niteliğinde bir film. Belgesel niteliğinde dedimse, şaşkın ve sevimli antilopların, açlıktan sinire kesmiş güzel gözlü aslanlar tarafından avlandığı hayvan belgesellerinden değil. Filmin belli bir senaryosu, bir başrolü v.s. yok. Senaryo, operasyon senaryosundan ibaret. Müttefiklerin planı neydi, operasyon nasıl başladı, Almanlar'ın savunma pozisyonları nasıldı.... 

Ama tabi tüm bunlar belli bir plan dahilinde, kimi askerlerin şahsında kisileştirilerek anlatıldığından sıkıcı değil. En azından bir savaş filmi meraklısının gözünde asla.

Üstelik filmin öyle bir kadrosu var ki samanyolu galaksisinde ancak bu kadar yıldız vardır:Sean Connery, Antony Hopkins, James Caan, Gene Hackman, Laurence Olivier, Ryan O'Neal, Robert Redford, Michael Caine, ışığı gören gelmiş anlayacağınız.

1977 yapımı film, minik minik esprilerle renklendirilmiş ki bir tanesini paylaşmadan edemiyciiim:

Tüm savaş boyunca mermiler vızır vızır uçuşurken elinde şemsiyeden başka bir şey taşımayan İngiliz subayına arkadaşı sorar: Neden şemsiye?

Şemsiyeli subay cevap verir: Hafıza, kötü bir hafızam var, parolayı hep unutuyorum. Almanlar şemsiye taşımaz, bu yüzden İngiliz olduğumun anlaşılması için şemsiye taşıyorum.

Ehe, şimdi böyle anlatınca komik olmadı tabi ama izleseydin hoşuna giderdi bence.

Savaş filmi meraklıları için savaş filmi izleme ihtiyacını son kertede doyuracak güzel film diyerek sözlerime son verirken gelecek programda The Longest Day olduğunu bildirmekten  mutluluk duyarım



18 Temmuz 2013 Perşembe

UNUTMAMAK İÇİN