28 Mart 2012 Çarşamba

27 Mart 2012 Salı

AMEN


Politik gerilim filmleri başka tarz filmlerde olmayan bir heyecan vaadediyor bana. O filmlerin kendine has keskinliğini, sertliğini, zaman zaman acımasızlığını çok özgün ve gerçekçi buluyorum. Oldukça sakin akan bir manzaranın kısa süre sonra bambaşka bir boyuta geçeceğini bilmek kendimi alamadığım bir girdap yaratıyor.

Amen, politik gerilim filmlerinin çok başarılı örneklerinden biri. Filmi henüz izlemeyenler için tadını kaçırmak pahasına bir iki örnek vermek istiyorum. İlk sahnede bir adam gayet sakin bir şekilde büyük bir binaya girer. Sağa sola selam vererek ilerler. Büyük toplantı salonuna geldiğinde önce slogan atar, sonra kendini cebinde taşıdığı tabanca ile kalbinden vurur. Bu adam Yahudilere uygulanan soykırıma dikkat çekmek isteyen bir eylemcidir aslında. Ama olaylar o kadar kendiliğinden gelişir ki adamın aniden çekip kendini vurması suya atılan bir taş gibi etkisini gösterir.

İkinci sahnede askeri bir bando marşlar çalarak sokaklarda ilerler. Dönem savaş zamanıdır ve Alman ordularının zaferleri halkı gururlandırmaktadır. Toplanan kalabalık bandoya alkışlarla eşlik eder. Ahalide genel bir mutluluk hali söz konusudur. Sanki uzun, sert geçen bir kışın ardından güneş yüzünü göztermiş gibi tebessümler birbirini izler. Bando yavaşça uzaklaşır. Kamera, kaldıkları hastanenin duvarına tünemiş mutlu yüzlere odaklanır. Bir sonraki sahnede onları, bir heyetin önünde buluruz. Aralarından bazıları hala gülümsemektedir. Aralarından bazıları seçilir. Arabalara bindirilip bir yerlere götürülürler. Soyunurlar, ellerine havlu ve sabun tutuşturulur. Onları bir daha görmeyiz. Çünkü onlar, zeka özürlerinden dolayı Naziler tarafından "elimine" edilen insanlardır.

Filmi böyle sahne sahne didiklemek istemezdim. Ama derdimi anlatabildim mi? İşte bu gerilimi seviyorum.

Kurt Gerstein, bir SS subayıdır. Geri hizmette bulunan Gerstein daha çok askerlerin toplu olarak bulundukları yerlerin ve su kaynaklarının dezenfektasyonu ile ilgili çalışmaktadır. Ama Naziler, onun uzmanlığından başka alanlarda faydalanmak ister ve Gerstein görmemesi gerekeni görür. Bundan sonrası Gerstein'in insanlık adına mücadelesinden ibaret.

Yönetmen Costa Gavras, Yahudi soykırımı filmlerinde pek bulunmayan bir tarzı seçip hikayeyi şiddetten arındırmış. Yahudilerin başına ne geldiğini biliyor ama görmüyorsunuz. Ama şu soruya cevap vermek lazım. Vahşetin kendisi mi daha tüyler ürpertici yoksa vahşete kayıtsız kalınması mı?


21 Mart 2012 Çarşamba

SEEKİNG JUSTİCE


Gözleri fettan güzel Nicholas Cage'i sever, sayar, mahalleden bir büyüğümüz kabul eder, gördüğüm filmini izlemeden duramam. Dediler ki Nicholas Bey, bu kez adalet arıyor. Dedim hay hay; adalet olayı bizim olayımız. İlişiverdim koltuğun kenarına, ömürden ömür götüren kalori bombalarının altına. (Bugün Dünya Şiir günü imiş, ondan bu manzum dalgalanma)

Tam da beklentileri karşılar bir tempoyla başladı film, süper mutlu, daha da mutlu olamaz, olmamalı bir çift ve arka sokaklarda kol gezen pis, kötü, aşşşaalık kötü adamlar. Gol olur bu çatışmadan, başkada bişi olmaz, izle küçük eleştirmen diye verdim gazı, verdim kendime. Nitekim film öyle bir noktaya geldi ki artık o andan itibaren Charles Bronson'un en azından konuk oyuncu olarak boy göstermesi şart olmuş idi. Tabi şiddete meyyali dertten olan çekik gözlü Çarls abinin helvasını çoktan kavurduklarından gelemedi. Eğer Tanrı tarafından bi tur daha dönmesine izin verilseydi Çarls abinin, yarattığı" kendi adaletini kendi arayan halk tipi ayaklanmanın" gayet organize bir imece usulüne dönüştüğü görüp ebedi istirahatgahında çok daha rahat uyuyabilirdi. Amma, amması var işte Çarls abi gelmeyince, film de ufak ufak demir aldı bu sulardan, bildik aksiyon denizine yelken açtı. Bilmiyorum, "belki biz Holivutuz abi neme lazım azdırmayalım vatandaşı" demiş olabilirler.

Ha, güzel aksiyon sahneleri yok muydu? Vardı elbet, Nicholas büyüğümüz tırdan bir kaçtı var ya gözümü açtığımda yemek masasının altına girmişim heyecandan. Nicholas büyüğümüze kimler eşlik etmiş acıbağ diye soranlar varsa tatatataaaaa: Dexter desem, kadın desem, küfür desem kim gelir aklınıza. Tabi ki Debra "Fucking" Morgan. Veyahut Jennifer Carpenter. Ama küçük, o kadar küçük bir rolü var ki, figüran Şener Şen'in Cüneyt Arkın'dan dayak yediği filmi izleyenler anlar ancak hayal kırıklığımı.

Başka tanıdık isimler... tabi ki artık yolda görsem yüzüne tükürecek kıvama geldiğim Lost'tan Michael, ülen bir kere olsun ihanet etme be dürzü Harold Perrineau. Bi de Guy Pearce var ki, karizmatik kötü etkisi yaratsın diye konuşlandırıldığı kanaatindeyim.

Uzun lafın kısası, olacakken olamamış bir filmle uğurluyoruz baharın ilk güneşini. Bahar güneşimi çok seviyorum.


9 Mart 2012 Cuma

BUKOWSKİ-BLUEBİRD




there's a bluebird in my heart that
wants to get out
but i'm too tough for him,
i say, stay in there, i'm not going
to let anybody see
you.

there's a bluebird in my heart that
wants to get out
but i pur whiskey on him and inhale
cigarette smoke
and the whores and the bartenders
and the grocery clerks
never know that
he's
in there.

there's a bluebird in my heart that
wants to get out
but i'm too tough for him,
i say,
stay down, do you want to mess
me up?
you want to screw up the
works?
you want to blow my book sales in
europe?

there's a bluebird in my heart that
wants to get out
but i'm too clever, i only let him out
at night sometimes
when everybody's asleep.
i say, i know that you're there,
so don't be
sad.
then i put him back,
but he's singing a little
in there, i haven't quite let him
die
and we sleep together like
that
with our
secret pact
and it's nice enough to
make a man
weep, but i don't
weep, do
you?

HAKAN GÜNDAY


Bir süredir Hakan Günday kitaplarını okuyorum. Sonunda hepsini okumayı başardım. Aslında daha kısa sürede bitirmem mümkündü. Ama oldum olası okuduklarının etkisinde kalan bir adam olduğum için araya başka şeyler koyarak devam ettim. Hani şu "ben Pokemonum" diye balkondan atlayan çocuk var ya, yaşımız tutsa onunla gayet iyi arkadaş olabilirdik. Kısa kısa görüşlerimi yazma gereği duydum. Yazıyorum:

ZİYAN : Okuduğum ilk Hakan Günday kitabı. Kitapta belli bir yere gelinceye kadar klasik anti militarist çizgide askerliğin gözüne gözüne vuran genç bir yazar portresi canlanmıştı gözümde. Meğer askerlik, sadece asıl hikaye için dekor olarak düşünülmüş. Bunu söylerken askerlikle ilgili anlatımlara haksızlık etmek istemiyorum . O kadar detaylı ve doğru tespitler var ki bu tespitleri ancak oralarda bulunmuş, gözünün çapağıyla 2-4'te çapraza dikilmiş bir adam bilebilir. Ama dediğim gibi asıl hikaye askerlik değil. Çok fazla detay verip kitabı okumaya niyetlenenlerin tadını kaçırmak istemiyorum. Ama mevzu İzmir suikastine kadar uzanıyor ve belki de Türk edebiyatındaki en romantik mektup bu kitapta yer alıyor :

"Her zihne tek bilgi gerek sevgilim. Sen, benimsin. Seni bildiğim için varım. Midem hayattan ne kadar bulanıyorsa, sana o kadar aşığım. Seni dünya kadar seviyorum, demeliyim, çünkü seni dünyadan nefret ettiğim kadar seviyorum. Aramızda kaç meridyen var, bilmiyorum, ama bana tutun, geliyorum...

O sıcak sabahın soğuk sokağında gözkapaklarını nasıl indirdiğini hatırlıyorum. Bir serçeye benzeyen uykun kaçmasın diye, sevgilim. Ardından mahmur gözlerle bakma diye. Sen uyu Yonina, ben geleceğim. Geleceğin kendisiyim."

Mektubun bu kısmını daha önce de yayınlamıştım. (Yayınlamıştım derken!!??) Fazladan bir kişi bile merak edip okusa zenginliktir.

Kitabın yazarı ile İzmir suikastinin "kahramanı" arasında kurulan paralellik insanın ağzını açık bırakıyor. Ama bu bilgiye vakıf olmak için birazcık araştırma yapmak lazım. Şimdilik bu kadar, devamını sonra yazarım.

1 Mart 2012 Perşembe

FETİH 1453


Yıllar yılı ecnebilerin çektiği tarihi filmleri izledim. Truva'sıydı, Cennet Krallığı'ydı hiçbirini kaçırmadım. "Aslında ne biçim tarihimiz var olm, mesela İstanbul'un fethini anlatan bi film olsa izlenmez mi" geyiklerinde ara gazı veren adam oldum. "Madem böyle tarihsel bir sorumluluk üstlendim bu filmi izlemeliyim" diyerek uygun adımda sinemanın yolunu tuttum. Meğer çekilecek çilem varmış...

Şimdi, bu filmin fragmanında gözümüze sokulan neydi? Teknoloji vasıtasıyla elde edilen görüntü ve ses efektleri. Filme bu açıdan bir şey söylemek haksızlık olur. Gerçekten yabancı muadillerinde, hadi dilimizi korkak alıştırmayalım Holivud sinemasında bu işi nasıl yapıyorlarsa aynen o şekilde yapmayı başarmışlar. Bunda bir sıkıntı yok.

Ama keşke azıcık özgünlük, biraz oyunculuk da olsaymış. Fetih 1453 için çok kısa bir tanım yapmak gerekirse; Kara Murat, Battal Gazi gibi filmlerinin teknolojik açıdan yenilenmiş, sevimsiz bir versiyonu olduğunu söylerim. Geleneksel tarihi film külliyatına hakim olanlar "düşmanın" hain olduğunu, sürekli entrika çevirdiğini, her türlü kötülük planından sonra ağzını ayıra ayıra hainlik dozu yüksek kahkahalar attığını, gününün büyük kısmını şölen sofralarında köle kızları mıncıklayarak geçirdiğini, esirlere eziyet etmenin bir "gavur" ata sporu olduğunu bilir. Elimizdeki bu şablon Fetih 1453'e aynen uyuyor. Aradaki fark Fetih 1453'ün daha yeni, geleneksel tarihi filmlerin daha sevimli olması. Mesela Öküzbaş Alyon gibi bir tipleme insanda ister istemez bir tebessüm uyandırıyor. Ya da Battal Gazi'nin ağzından dökülen "kırk bakireye tapmaya, bal yanaktan tatmaya geldim" aforizması neresinden baksan komik.

Tekrar Fetih 1453'e dönersek Bizanslılar da imparatoru, arşidükü, patriği, kontesi hülasa kuşatılanı, kuşatmadan kurtulmak için envai çeşit plan yapıp hain hain kahkaha atmayı ihmal etmiyor. Hele kuşatmanın başarısız gittiği dönemde yapılan bir kutlama var ki bildiğin Battal Gazi'deki Bizanslı kutlaması. Arada küçük bir fark var; dönemin tarihi filminde kızların memelerine şarap döken şövalyeler salyalarını akıta akıta kahkaha atarken, bizim Fetih'te Bizanslılar dans eden mini elbiseli kızlara göz ucuyla bakıp armuda, yemişe yumuluyor. Tabi konjonktür kızların memelerine şarap dökmeye elverişli değil, bunu unutmuyoruz. Öte yandan filmin İslami motifi de bu tarz atraksiyonlara müsait değil.

Şimdi, bunları dedik diye "lavuğa bak, kızların memelerine şarap dökülmedi diye filmi beğenmemiş" diyecek Battal Gaziler için oyunculuklar hakkında da bir iki kelam etmek isterim. Oyunculuk, olmayanı var eden gerçek bir sihir. İyi oyuncuya, Darth Vader'a saygı duyar gibi saygı duyuyorum. Kötü oyuncuya en fazla Gerçek Kesit'teki Sarı Bıyık dışındakilere değer verdiğim kadar değer veriyorum. Gerçek Kesit nedir? Sarı Bıyık kimdir diyenler için geliyor. Gerçek Kesit, 3.sayfa haberlerinin amatör oyuncular tarafından canlandırılmasıyla oluşturulan dönemin efsanesi dizisi, Sarı Bıyık bu efsanenin aşama kaydeden tek oyuncusudur. Kısa bir hatırlatma;



(Sarı Bıyık, arada ense yaparken görülüyor)

Hah, işte Fetih filmindeki oyuncuların pek çoğu ancak Gerçek Kesit düzeyinde rol kesebildikleri için 3 saatlik filmin sonunda baygınlık geçirmemek elde değil. O sebepten subliminal mesajımızı verelim;