27 Ağustos 2011 Cumartesi

ANNEMİN ÖĞRETTİĞİ ŞARKILAR


Annemin Öğrettiği Şarkılar deyince, anacığımın mutfakta yemek yaparken incecik sesiyle tutturduğu şarkılardan bahsetmiyorum. Annemin Öğrettiği Şarkılar ya da orjinal adıyla Songs My Mother Taught Me, Marlon Brando'nun Robert Lindsay ile birlikte kaleme aldığı biyografisi.

Marlon Brando, hepimizin az ya da çok tanıdığı ve sevdiği, kimimizin (mesela benim) diğerlerinden bir parça daha değerli bulduğu çok önemli bir oyuncu. Ama bu kitabın bana öğrettiği Brando'nun oyunculuğundan ziyade ne kadar dolu ve duyarlı bir adam olduğu. ABD'deki ırk ayrıma karşı çıkan hareketlere verdiği destek onun çapında şöhrete sahip bir oyuncudan görmeye alışık olmadığımız bir davranış. Irk ayrımı derken gerek siyahlara, gerekse Amerikan yerlilerine yani bizim dilimizde yerleşmiş karşılığı ile Kızılderililere verdiği destekten bahsediyorum. Bizzat eylemlerin içinde bulunacak ve Oscar törenine ödülü almak üzere Kızılderili bir genç kızı gönderecek kadar net bir tavır bu:

Bu bir biyografi kitabı ve doğal olarak Marlon Brando'nun çocukluğundan kitabın yazıldığı döneme kadar bütün hayatı ele alınmış. Bu dönemin içinde sorunlu ailesi, askeri okul tecrübesi, ilk oyunculuk deneyimi, kontrolden çıkmış çapkınlığı, en az kendisi kadar ünlü diğer oyuncu ve yönetmenlerle olan ilişkileri elbette önemli bir yer tutuyor. Ancak şımarmak için gerekli bütün doğal şartlara sahip insanoğlunun diğerleri hakkında bu kadar duyarlı olması, tarihe, bilgi birikimine ve çevreye karşı gösterdiği hassasiyet bence gerçek bir samimiyet göstergesi. Bu samimiyetin beğeni ve parayla ödüllendirilmesi diğerleri için bir ışık olmalıydı ama hayat işte.

Biraz magazin yapacak olursam kitapta bahsedilen bir kaç kişinin ismini vermem yeterli olacaktır: James Dean, Charlie Chaplin, Coppola, Elia Kazan ve tabi ki Marilyn Monroe

Bir zamanlar botlarına bulaşan inek pisliğinden utanan bir gencin nasıl olup da Tahiti'de bir adaya sahip olduğunu merak etmez misiniz?


26 Ağustos 2011 Cuma

Bir şarkı çalalım, ne çalsak, ne çalsak:


24 Ağustos 2011 Çarşamba

SAİNTS AND SOLDİERS


O kadar çok 2.Dünya Savaşı filmi seyrettim ki bir gün havale geçirip Alman Büyükelçiliği'ne doğru süngü hücumuna geçme ihtimalim var. (Bunu yazdıktan sonra Almanya vizesi alma ihtimalim yok)

Saints and Soldiers da yine bir 2.Dünya Savaşı filmi. Düşük bütçeli bir film olduğu, yaklaşık 1 milyon dolara mal olduğu söyleniyor. (1 milyon dolar az para mı lan it dediğinizi duyar gibiyim) Ama şöyle düşünmek lazım, bu bir dönem filmi ve topudur, tüfeğidir, kıyafetidir, tayyaresidir bilumum askeri malzemenin tedarik masrafıdır yorar bütçeyi. Amann, neyse efendim, bize ne? Kaç paraysa kaç para...

Diğer savaş filmlerinden az bir farkla ayrılan filmimizde kahramanlarımız Amerikan askeridir ve Almanlar'a esir düşmüşlerdir. Bir kargaşa sırasında esaretten kurtulurlar ama karda, kışta silahsız, cephanesiz, yiyeceksiz ortada kalırlar. Aralarına katılan bir İngiliz pilotu önemli bilgiler taşımaktadır ve macera başlar. Alman hatlarının yarıp birliklerine ulaşmaları gerekmektedir. Bütün filmi anlattın geriye izleyecek bir şey kalmadı diye itiraza kalkışma yiğidim, bu yazdıklarım zaten DVD'nin kapağında da yazıyor. Önemli olan yolculuk değil, yolculuk sırasında birbirlerine açtıkları sırları.

Bir savaş filmi olarak çatışma sahnelerinde sınıfta kaldığını söyleyebilirim. Benim gözüme bir kaç sahne dışında biraz amatör işi göründü. Ama genel olarak kötü bir film değil. Hani ne derler, türünün meraklısına...

22 Ağustos 2011 Pazartesi

THE NEXT THREE DAYS


Next Three Days, Russell Crowe'un başrolünde yer aldığı bir hapishaneden kaçış hikayesi. Böyle söyleyince filmde Russell Crowe'den başkası oynamıyormuş gibi geliyor insana, gelsin. Künt Türk erkekliğinden muzdarip bir kardeşiniz olarak Gladyatör filminden beri Russell Crowe bir yana dünya bir yana. Şöyle bir repliği dile getiren adam unutulmaz, unutulamaz:

" My name is Maximus Decimus Meridius, commander of the armies of the north, general of the felix legions, loyal servant to the true emperor ,Marcus Aurelius, father to a murdered son, husband to a murdered wife, and i will take my vengeance in this life or the next!!!"

(Böyle Frenk dillerinden alıntı yapınca ukala gözükme riski var amma konuyu herkes biliyor, o yüzden özet geçmek gerekirse; "şimdi kabileni zittim" diyebiliriz)

Ha, ne diyoduk Russell Crowe, evet, kendisini sevmemin bir diğer sebebi harikulade ses tonu. Son olarak da bir ödül töreninde o nefis sesiyle "hayallerinizin peşinden koşmaktan korkmayın kardeşlerim" temalı bir konuşma yapmış olması. Öyle etkileyiciydi ki bütün hayallerimi gözden geçirdim, bir müddet bu konuşmaya layık olmak için hayal kurdum.

Öhm, Russell Crowe ile olan ön sevişmemizi bitirdikten sonra konuya gelelim. Bu kadar gladyatör referansı verdikten sonra Russell Abi'nin yine kıyma makinesi şeklinde estiği bir film beklemeyin. Tam tersine, bu kez devlet okulunda öğretmenlik yapan sıradan bir adamı canlandırıyor.

Evet, filmimiz hapishaneden kaçma teması üzerine kurulmuş ancak minik bir farkla. İçeride olan Russell Crowe'un canlandırdığı John karakteri değil, onun karısı. John, ince ince, ilmek ilmek bir plan yaparak karısını hapishaneden kaçırma uğraşı içine girer. Bu işler nasıl olur, ne yapılır, nereye kaçılır bilemediği için bir bilene danışır, internet, google ne varsa döker ortaya ve eyleme girişir. Firar hazırlığı bir parça uzun, birazcık durağan ama sonlara doğru yükselen tempo gerçekten heyecanlı. Karşımızda bir klasik yok ama iyi vakit geçirmek için ideal bir film var.

18 Ağustos 2011 Perşembe

BLOĞUN ŞAFTI

Kaymış. Solda olması gereken zamazingolar en alta inmiş, kimse de demiyor ağa bu nedir? Var mıdır bir çözüm yolu? Rüşvet olarak şu şarkıyı vereyim olma mı?

http://fizy.com/#q/neler+mi+istiyorum

Edit:Veremedim, kara gözlüm.

Şarkı: Neler Mi İstiyorum, Solist: Doğan Canku

Beljim: Dü point (Örövizyon şeysi)




16 Ağustos 2011 Salı

HAVA KURŞUN GİBİ AĞIR


Yok, merak etme şeker kardeşim, şiir okumaya başlamayacağım. Bugün benim tatilden sonraki ilk iş günüm. Hani yaz tatili dönüşü ne yapıp ne ettiğimizi anlatan birer kompozisyon yazıp "tatilde bol bol kitap okudum" diye yalan söylerdik ya örtmenimize o geldi aklıma. Şimdi patrona tatilde bol bol kitap okudum desem, muhtemelen bana mı okudun ipnetor diyebilir, o yüzden sana anlatıyorum.

Hıfzı Topuz, Nazım Hikmet hakkında bir kitap yazmış, adını da Hava Kurşun Gibi Ağır (Nazım Hikmet'in Romanı) koymuş. İdefix, kitabın tanıtım bölümüne Hava Kurşun Gibi Ağır'ı okurken 1940'lı yılların karanlığına yeniden tanık olacaksınız demiş. Bu ifadenin kısmen doğru olduğunu söyleyebilirim.

Nazım Hikmet'in hayatını konu alan bir kitabın Nazım Hikmet özelinde ilerlemesi, yani onun Bağlantıhayatını, romantik kişiliğini ve ilişkilerini temel alması, mücadelesine değinmesi kuşkusuz makul bir durum. Ama şu var, kitap öyle bir ilerliyor ki bir müddet sonra öznenin üzerine bu kadar odaklanması genel çerçeveyi görmemize engel oluyor. Şunu demek istiyorum, keşke Nazım Hikmet'in hayatını, cezaevi koşullarını, açlık grevini ve saireyi anlatırken biraz da dünyanın ve ülkenin ahvaline değinilseymiş. Kitabın kahramanı bir biçimde hayatını yaşarken, akıp giden toplumsal hayatın dışında olmadığına göre bu kadar içedönüklük bir yerden sonra hayatın ta kendisi olan şairi bir masal kahramanına dönüştürüp gerçeklikten koparıyor. Oysa anlatılan gerçek bir yaşam öyküsü. Bir aşktan diğerine koşan, cezaevlerinde çile dolduran, Milli Mücadele'ye katılmak için yollara düşen farazi bir kişilik değil, hepimizin bildiği, tanıdığı bir kimse.

Örneğin Altan Öymen'in Öfkeli Yıllar'ı bu formülün mükemmel uygulandığı bir kitap. Aradaki tat farkını anlamak için her ikisi de okunabilir. O kitap hakkında şurada birşeyler yazmıştım.

Benimkisi naçizane bir eleştiri. Yoksa eldeki kötü bir kitap değil. Kaç tane dünya şairimiz var ki zaten?



NEFRET ETTİĞİM KELİMELER VE SAİRE

Övünmek gibi olmasın tembel tabiatlı bir insanım. Yarına erteleyebileceğim bir işi asla bugün yapmam. Koltuğa yayıldım mı kıçımı kolay kolay kaldırmam. Koltuğa yayılmış yatarken bir ihtiyacım olduğunda İnspektır Gicıt gibi uzanırım, görenin aklı şaşar. Öyle işte. Tabiat böyle olunca nefret etmek, sevmekten kolay geliyor. (Böyle bir şarkı var mıydı şekerim? ehe) Nefret etmek kolay gelince hayat kolaylaşıyor. Narin bünyeyi bir şeyleri sevmek için zora koşmuyorsun, hayat kolaylaşıyor. Nefret ettiğim şeylerin başında da bazı kelimeler ya da nasıl diyollarrrr tamlamalar geliyor. İşte bazı örnekler:

Adam gibi adam:Bir numarayı en başa koydum. Duyunca kuru kahvenin üstüne limon sıkıp ağzıma atmışım gibi bir his yaratıyor. (Kuru kahvenin üstüne niye limon sıkıp ağzıma atıyorum, manyak mıyım neyim? Yok len, motoru bozunca işe yarıyor) Öylesine iğrenç, öylesine tiksindirici. Bu laf, son birkaç yılda moda oldu. Başlarda türkücü diye ortalarda gezinen ayı yavrusundan hallice adamlara ve kadınlara has bir sıfat iken çok sevilmiş olacak ki her türlü ortamda zikredilmeye başlandı. Sanırım kişinin mert, özü sözü doğru bir kimse olduğunu anlatmaya çalışıyorlar. Tabi kadınlık bu heriflerin zihninde "kancıklığa" işaret ettiği için "kadın gibi kadın" ifadesini kullanmıyorlar. "Erkek gibi erkek" deseler yaptığı cinsel çağrışımdan ötürü başları belaya gireceğinden adam gibi adam yoluna sapmayı tercih ediyorlar. Saptıkları yoldan geri dönmemelerini temenni ediyorum.

Düğmeye basmak: Bunu ekseriyetle haber bültenlerinde duyuyoruz. Zaten başka bir ortamda biri dese elimin tersiyle ağzına çarparım. Şimdilik televizyona küfretmekle yetiniyorum. (Kendime not: televizyonla konuşmayı azalt)İlk olarak Beyaz Enerji Operasyonu sırasında duymuştuk sanırım. İşin içine bir bakan girince durumun ciddiyetini vurgulamak için sivri zekalının biri tarafından uydurulduğunu sanıyorum. Şimdi vara yoğa düğmeye basıyorlar. Devletimiz sağolsun, her gün bir ton operasyon yapıldığından düğmeye basa basa yalama oldu düğme. Bence bu düğmeye basma meraklısı arkadaşlar zor bir çocukluk dönemi geçirmişler. Onların hiç oyuncakları olmamış, şimdi bulmuşlar bir düğme basıyorlar da basıyorlar. Onlara ettiğim küfürlerin içerik olarak ne kadar zengin olduğunu bilseler, inanın bu kadar rahat basamazlardı, düğmeye...

>Sıfır noktası: Bu da bir haber klasiği. Sınırın sıfır noktasında operasyon yapıldı, efendim, sıfır noktası geçildi filan diyerek bir yılan gibi süzüldü hayatımıza. Şimdi düğmeye basmadıkları zaman sıfır noktasını geçiyorlar. Mesela geçen Harikalar Diyarı'nda iftar yemeği verilmiş. (Harikalar Diyarı deyince aklına Woodstock gibi bişi gelmesin len, böyle atlıkarınca var, dönme dolap var, made by Melih Gökçek) İftar sofrasını Harikalar Diyarı'ndaki gölün kıyısına kurmuşlar. (Su birikintisi görünce bir yeme içme arzusu doğması ne acayip lan) Muhabir durur mu patlıyor haberi: İftar gölün sıfır noktasında açıldı. Sanki davetliler Allah Allah diye taarruza geçmiş iftarlıklar üstüne.

Yapıyor olacağız: Bi de bu var. Neresinden tutsan elinde kalır. Bunu daha çok bankacılar, kurumsal olma iddiasındaki şirket çalışanları kullanıyor. Şunu demiyor: Falanca tarihte şu işlemi yapacağız ya da şu olduktan sonra bunu yapacağız. Demiyor arkadaş. Onun yerine nokta nokta yapıyor olacağız. Bu kalıbı kim bulduysa onun ağzına yarım kilo balı boca edip elini kolunu bağladıktan sonra karınca yuvasının yanına yerleştirmek istiyorum.