24 Temmuz 2010 Cumartesi

APOCALYPSE NOW




Bazı filmler vardır, izlersiniz birkaç güzel saat geçirirsiniz, sonra bir sinema muhabbeti açılıncaya kadar unutursunuz. Bazı filmler vardır dimağınıza olanca ağırlıklarıyla mühürlerini vururlar, onları oradan çıkartıp atmak mümkün değildir. Bu tür filmler referans noktası olurlar, bundan sonraki beğenilerinizi onların terazisinde tartarsınız. A. N kuşkusuz ikinci türden bir film.

Öyle olması da gayet normal. Bir kere yönetmen koltuğunda Francis Ford Coppola oturuyor. Önemli rollerde Martin Sheen, Marlon Brando, Robert Duvall, Harrison Ford, Denis Hopper, Laurence Fishburn gibi kimi süperstar, kimi sağlam karakter oyuncusu olarak nitelenebilecek irili ufaklı bir çok yıldız var ve yıldızlar isimlerinin hakkını veriyorlar. Kuşkusuz Marlon Brando ve Martin Sheen için ayrı bir parantez açmak gerekiyor. Marlon Brando, filmde o kadar geç bir aşamada ortaya çıkıyor ki neredeyse onun da bu filmde oynadığını unutuyoruz. Ama "Baba" tabi ki gelişiyle bir güneş gibi parlıyor. Yüzünün yarısını aydınlatan, yarısını gölgede bırakan ışık oyunları, şiirler, o kendine has tarzı bu uzuun filmde süre olarak kısa bir rolü olmasına rağmen etkileyici bir performans sergilemesine engel olmuyor.




Ve tabi Martin Sheen. Ben Martin Sheen'in çok yetenekli, müthiş bir oyuncu olarak kabul etmiyorum. Bilmiyorum edeniniz var mı? Ama bu filmdeki rolünün hakkını sonuna kadar verdiğini, gözlerine yapıştırdığı o boş bakışlarla sınırda bir kişilik sergilediğini, her an bir gırtlak kesip ardından şiir yazmaya koyulacak bir adam portresi çizdiğini belirtmem lazım. Dedikodular bu performans için fazlasıyla katkı maddesi aldığı yönünde, ama dediğim gibi sadece dedikodu.



Film, yönetmen ve oyuncu kadrosunda bulunan yıldızların hakkını başıdan sonuna kadar veriyor. Başından demişken bu kadar çarpıcı ve unutulmaz bir giriş pek az filme nasip olur. The Doors'un muhteşem müziği eşliğinde napalm bombasının yarattığı görsel etki, birbirine bağlanan helikopter ve pervane sahneleri gerçekten etkileyici.




Diğer Vietnam filmlerinde olduğu gibi bu filmde de bitmek tükenmek bilmeyen bir orman var ama bu kez rolünü uzayıp giden ve uzadıkça hikayenin diğer kısımlarına bizi taşıyan bir nehire kaptırmış durumda. Akıp giden nehir, her yeri kaplayan sis, savaş ortamında ağır hasar alan insan psikolojisi ve Martin Sheen'in boş bakan gözleri oldukça depresif bir ortam yaratıyor. Ve film beslendiği o depresif nehrin hakkını sonuna kadar veriyor.




















18 Temmuz 2010 Pazar

JARHEAD



Yönetmen Sam Mendes'in, Anthony Swafford'un anıları anlattığı "kavanoz kafa-jarhead" isimli kitabından uyarlanan hikayeyi anlattığı 2005 yapımı film. Yazıya nasıl giriş yapacağımı bilemeyip tanım yapma kolaycılığına kaçtıktan sonra Jarhead'in savaş filmi olarak sınıflandırılsa da bir Er Ryan'ı Kurtarmak olmadığını belirterek mevzuya gireyim.




Holywood ile savaş teması bir araya geldiğinde ortaya iki klişe çıkıyor maalesef: Genellikle azınlıkta kalan bir grup filmin (herhangi bir filmin) "savaş karşıtı" mesajlar taşıdığını iddia ederken, Amerika'nın dünyanın efendisi rolünden son derece rahatsız diğer grup genel bir önyargı ile filmin "Amerikan propagandası" yaptığını, kahraman Amerikalı asker mitini kuvvetlendirmeye çalıştığını iddia ediyor. Her iki görüş de zaman zaman isabet kaydetse de, zaman zaman da "aha şimdi bana Amerikan propagandası yapacaklar" alarmı kişiyi izlediğini anlamaktan men ediyor. Sağda solda gördüğüm kadarıyla Jarhead bu iki karşıt görüşün de etiketlemekten hoşlandığı bir film izlenimi bıraktı bende. Oysa durumun farklı olduğunu düşünüyorum.




Aslında anlatılan o bildik politik iklimde, büyük resmin içinde oraya buraya sürülen senin, benim nasıl hissettiğim . Somutlaştırmak gerekirse "askere git" diyorlar gidiyoruz. "Eline silah al, düşmanın karşısına dikil" diyorlar dikiliyoruz. İyi ama bunları yaparken ne hissediyoruz? Bahsettiğim vatan, kahramanlık, korkusuzluk gibi sonradan edinilen kavramlar değil. Hani bazen insan durup da "ben şu anda , burada, tam olarak ne yapıyorum" diye sorar ya... Bu soruyu soran insan ne kadar saçma bir durumda olursa olsun devam etmeyi seçerse kendisinin bile inanamayacağı kadar saçma işleri yapabilir. Jarhead'de asker alınan (aslında para kazanmak için deniz piyadesi olmayı seçen) gençler de biraz bunu yaşıyorlar. Dolayısıyla ortada savaş karşıtı ya da Yaşasın Amerika vurgusunu işleyen bir film yok. Sam Mendes'in diğer filmleriyle birlikte değerlendirme yaptığımızda yönetmenin genel tavrıyla uyum içinde sakin bir seyir izlediğini söyleyebiliriz.




Bu kadar laf söyledikten sonra filmle ilgili bir iki kelam etmek gerekirse; Full Metal Jacket ve Apocalypse Now gibi süper filmlerin referans alınması, insanda neredeyse doğaçlama olduğu fikri uyandıran Star Wars esprisi, şahane müzikleri, zaman zaman Dali tablolarını andıran resimleri ile Jarhead'in oldukça iyi bir film olduğunu söyleyebilirim. İzlemeye değer...


16 Temmuz 2010 Cuma

DARKLY DREAMİNG DEXTER VE DEARLY DEVOTED DEXTER




Canım, cananım Dexter'ı ne kadar sevdiğime dair daha önce bir şeyler karalamıştım. Tüm sezonları arada bir çıkarıp sırayla izlemem de bu sevgimin ve belki de kısmi manyaklığım kanıtıdır. Her izleyişimde en az ilk izleyişim kadar haz aldım. (Merhaba, benim adım Stardust, ben bir dizi bağımlısıyım)




Bu kez elime daha başka bir kaynak geçti, hayalgücüne daha çok inanan ve şans veren bir kaynak: Dexter serisine ilham kaynağı olan kitaplar .




Doğrusunu söylemek gerekirse Jeff Lidsay isimli yazarın kaleminden çıkan ve ülkemizde Artemis Yayınları'nda okuyucuyla buluşan kitaplar kesinlikle unutulmaz birer edebi eser değil.(Anneee, okuyucuyla buluşan dedim) Kitapları polisiye türünde sınıflandıracak olursak o konudaki ustalarla yarışabilecek maharette olmadıklarını açık yüreklilikle itiraf etmek lazım. Bu yüzden hiç Dexter'a bulaşmamış bir okuyucu kitapları okuduğunda büyük ihtimal pek memnun kalmayacaktır.




Ama sadık Dexter izleyicisi için durum farklı. Bir kere o çok sevdiğim dizinin temel eserini, çıkış kaynağını okumak kesinlikle güzel. Dizideki karakterler doğal olarak kitapta da varlar ama bu kez sahneye dizide olduklarından çok farklı biçimde çıkıyorlar ve bir kısmı gösteriye devam edemiyor. 1.kitap yani Darkly Dreaming Dexter, bir yere kadar 1.sezonla paralel gidiyor ama sonra yollar ayrılıyor ve diziyi izleyenler için yepyeni bir hikaye başlıyor. Diğer kitabın ise kısmi benzerlikler içermekle beraber yepyeni bir öyküsü var. Keskin zekası, mizah anlayışı ve tabi ki bıçakları dışında neredeyse Dexter bile şimdiye kadar bize anlatılandan farklı. O yüzden ucundan kıyısından Dexter'a aşina herkese kitapları da okumasını tavsiye ederim.


8 Temmuz 2010 Perşembe

PİNHANİ

Şöyle bir müzik (ya da şarkı demeliyim belki) dinleme alışkanlığım var. Yeni duyduğum ya da önceden bildiğim bir şarkı o andaki ruh halimin de etkisiyle aklıma takılıyor. Müzik dinleyince başka bir şey düşünemiyorum ve o saatten sonra evdekiler için katlanılmaz bir işkence başlıyor: Tekrar, tekrar ve tekrar aynı şarkıyı dinlemek. Benim için gayet zevkli ve sorunsuz bir durum: Şarkıyı seviyorum ve seviyorsam dinlemeliyim. Tabi, etraftakiler benimle her zaman aynı fikirde olmayabiliyorlar.
Bu alışkanlığımı son zamanlarda kısmen kıran bir grup var. Kısmen diyorum çünkü tek bir şarkıyı sürekli dinleme alışkanlığımı tek bir grubu sürekli dinleme alışkanlığına çevirdiler. Bu da birşeydir değil mi? İşin enteresan tarafı grubu hiç tanımadan, grup üyelerinin kimler olduğunu, daha önce ne yaptıklarını bilmeden, tek bir röportajlarını okumadan ya da bir kez olsun canlı dinlemeden seviyor olmam. Grup öylesine bir günde, bilgisayara atılan şarkıların içinden çıkıverdi ve uzun süre bir yere gideceğe benzemiyor. Bu özellikleri onları çok sevdiğim, artık mazide kalmış bir başka gruba benzetiyor: Kumdan Kaleler
Bir zamanlar öğrenci evimizin fon müziğini yapan Kumdan Kaleler'e :


kumdan kaleler sana dair | izlesene.com