29 Eylül 2009 Salı

TÜM ZAMANLARIN EN GÜZEL ŞARKILARI VOL 1

Diğer bloglarda "seri" ya da "dizi" adı altında bu tarz en iyiler seçkileri gördüm. (Seçki derken beyinde oluşan asalet hissi, seçki, seçki, ki, ki) Uzun zamandır düşünüyordum kendi seçkilerimi yapmayı ama ne seçeceğimi bilmiyordum (Bir yandan seçki kelimesinin zerafetine kapılacak kadar asilim, bir yandan elim böğrümde avanak avanak bakacak kadar şaşkınım. Eheueue)
Sonunda buldum: Takıntılı bir müzik dinleyicisiyim. Zaman zaman bir şarkı diğerlerinin arasından sıyrılıyor. Bu yeni bir şarkı olabildiği gibi çok önceden bildiğim bir şarkı da olabiliyor. Mesele şarkının eskiliği yeniliği değil, o an bende yarattığı hissiyat. (Şaşırdınız değil mi, evet benim de hislerim var) Ev halkının pek hoşuna giden bir durum değil bu, çünkü takıntılı dönemimde bir şarkıyı, tek bir şarkıyı kastediyorum, saatler boyunca dinlebiliyorum. Bıkmıyorum, usanmıyorum. Çevre halkının bu duruma olan bakışını tahmin edebilirsiniz. Madem müzik bu kadar etkili olabiliyor hayatımda o zaman müzikle ilgili bir şey olsun istedim. (Yazının bu bölümünde yazarımız ufka doğru sürdüğü motorsikleti ile gözden kaybolur. )
Bir de insan dinlemeye dinlemeye bazı sevdiği şarkıların varlığını bile unutuyor. Hazır aklıma gelmişken bir daha unutmayacağım, hafızamın oyununa geldiğim zaman kontrol edebileceğim bir yerler olsun istedim. "Bilgisayarından baksana a dana" diyenler için buraya kaydetmenin (link vermenin) daha kolay olduğunu söyleyebilirim.
Şarkıların çoğu Youtube'den gelecek. Youtube bir yıldan fazla zamandır yasaklı. Alışmak, sevmekten daha zor gelse de hepimiz bu duruma alışmış görünüyoruz. Herkes, bir biçimde yasağı aşıyor. Bazen de yasağı aşmak için hiçbir şey yapmak gerekmiyor. Tıpkı benim şimdi yaptığım gibi. Şu anda tunnel kullanmadan, DNS değiştirmeden, Youtubejacker' a başvurmadan Youtube'a girmiş bulunuyorum ve Youtube halen yasak. Nasıl mı oluyor? Yüce Devletimiz, pek çok şeyi beceremediği gibi koyduğu yasağı da uygulamayı beceremiyor:)
Son olarak seçtiğim şarkılar bana göre tüm zamanların en güzel şarkıları. Yarın bir gün "bu mu len güzel şarkı" demeyin, ağzınızı kırarım. Ayrıca böyle bir giriş yaparak İsmail YK çalmanın önündeki engelleri de aşmış bulunuyorum.
Evet: tüm zamanların en güzen şarkıları vol 1:
Pink Floyd Comfortably Numb


23 Eylül 2009 Çarşamba

COOGAN'S BLUFF


Coogan's Bluff, Clint Eastwood'un başrolünde yer aldığı 1968 yılına ait bir film. Yönetmen koltuğunda bu kez Clint Eastwood değil Don Siegel var.

Coogan, Arizona'da şerif yardımcısı olarak çalışmakta ve çıkardığı arızalarla şerifi delirtmektedir. Şerif, Coogan'ı başından uzaklaştırmak için New York'a gönderir. Hesapta Coogan, New York'tan bir tutukluyı alıp Arizona'ya geri dönecektir. Ama şerif gönderdiği adamın isminin Coogan olduğunu unutmuştur. Coogan, belayı bulmakta gecikmez. Ahahaha böyle yazınca kendimi Star Gazetesi için film köşesini hazırlayan adam gibi hissettim.

Konu böyle. Her zaman yapılageldiği ve bir türlü sıkılmadığımız o bilindik komedi hilesine başvurarak olayı Türkleştirirsek Coogan kafasından asla çıkarmadığı kovboy şapkası ve kendisine kimliğini kazandıran çizmeleriyle disko ortamlarına güneş gibi doğan Kadir İnanır'ı andırıyor feci şekilde. Hani nasıl Kadir Abi, boynunda sallanan beyaz atkısıyla ortama girip şımarık zengin piçlerini tokatlar, fabrikatör kızlarının şuh kahkalarına yüz vermezse Coogan da aynen o kayıtsızlıkla envai çeşit LSD ortamlarına girip de Arizonalılıktan gram taviz vermiyor (Fakat Arizonalılık nedir kuzum?)

Ama film açısından esas önemli nokta bu değil kuşkusuz. Kadir İnanır'ı sen biliyorsun , ben biliyorum. Ama Dirty Harry'i herkeşler biliyor. İmdb, filmi "Dirty Harry'den önce Coogan vardı" diyerek tanıtıyor. Gerçekten de benim gibi film hakkında hiçbir fikri olmadan filmi izlemeye başlayan bir insan bile Coogan da Dirty Harry'i görebiliyor. Coogan'ın çizmelerini ve şapkasını çıkart, kural tanımazlığı ve şiddete meyli kalsın. İşte sana Dirty Harry

21 Eylül 2009 Pazartesi

17 Eylül 2009 Perşembe

BİR DE ŞÖYLE BİR DURUM

Son zamanlarda yaşanan ve gencecik bir kızın vahşice öldürülmesi, şüphelinin ortadan kaybolması ve bir türlü yakalanamaması sonucunda iyiden iyiye infial uyandıran cinayetin firari zanlısı nihayet teslim oldu. Tabi cinayetin bu denli infial uyandırmasının bir başka ve belki de esas sebebi şüphelinin Türkiye'nin zengin ve güçlü ailelerinden birine mensup olması ve toplumda şüphelinin kayırıldığına dair uyanan kuvvetli inanç . Bütün bunların üzerine yıllar yılı İstanbul'u pos bıyıklarının gölgesinde yürüten emniyet müdürü ve başbakanın talihsiz demeye bile dilimin varmadığı açıklamaları gelince işler iyice çığrından çıktı.
Toplumun kayırılma, kollanma ve hatta delillerin karatılması noktasındaki itirazlarına kalben katılıyorum. Hatta http://stardustt.blogspot.com/2009/04/devletsever.html ben de iyi kötü bir şeyler karaladım bu konuda. Ama dünkü teslim olma seremonisinden sonra işler karıştı.
Dün gece şüphelinin avukatı canlı yayına bağlandı ve kısaca durum hakkında bilgi verdi. Bunu yaparken kuşkusuz müvekkilini korumaya, en azından zor duruma sokmamaya gayret gösterdi. Sen misin bunu yapan? Veryansın başladı. "Vay efendim, nasıl onu savunurmuş, nasıl çocuk dermiş, kıza hiç mi acımıyormuş, bak sen demek sucuk ekmek yedirmiş demek" temelli ve avukatın kişiliğini ve mesleğini hedef alan salvo başladı.
Herkesin ama herkesin savunma hakkı vardır ve müdafi üstlendiğini savunmanlık işini bihakkın yerine getirmek zorundadır. Bunun için yasaların sağladığı enstrümanları en doğru şekilde kullanması öncelikle meslek etiğinin gereğidir. İşi kabul etmeyebilir, kendisine gelen her davayı almak zorunda değildir. Ama üstlendiği her savunmanlık işini layıkıyla yapmak zorundadır.
Hem kendinizi, şüphelinin yerine bir koyun bakalım, siz nasıl bir avukat isteyeceksiniz?

16 Eylül 2009 Çarşamba

ŞÖYLE BİR DURUM VAR

Malum, Gökçekgillerin istilası neticesinde federasyon yapılmasını yapıp geç de olsa harekete geçti ve Ankaraspor'u ligden düşürdü. Kararın doğruluğu, yanlışlığı tartışılırken sürekli yükselen bir ses var ki temelde doğru bir mantıkla hareket ettiği halde eleştirisi dayanaksız kalıyor. Şöyle ki; "efendim zamanında Adanaspor-İstanbulspor Cem Uzan'a aitti herhangi bir yaptırım uygulanmadı" veya "Gençlerbirliği ile Oftaş nasıl aynı ligde oynadı, Cavcav'a gücünüz mü yetmedi" Şimdiki federasyon o zamanda aynı kararlı tavrı sergiler miydi bilemiyorum. Bildiğim bir şey var ki federasyon mevcut hukuk kurallarını uyguluyor.
Federasyonun Ankaraspor'u ligden düşürürken dayandığı mevzuat TFF Statüsünün 18. ve 76. ile TFF Tescil Talimatnamesinin 17.maddesi. Bu mevzuatın yürürlüğe giriş tarihi ise 24 Haziran 2009
Federasyon kafasına göre iş yapamayacağına göre (en azından teorik olarak yapmamalı) geçmişte yaşanan örnekler için uygulanacak herhangi bir yaptırım yok. Yani düzenleme yoksa, uygulama yok. Bu, en azından bu federasyonun suçu değil.

14 Eylül 2009 Pazartesi

ABSOLUTE POWER


Başlıkta absolute lafını görünce bir an heyecan yaptın itiraf et, oysa şu mübarek Ramazan ayını yaşadığımız günlerde ortada votka ile ilgili hiçbir şey yok. Yağmur yağar, seller akar, Avrupa'nın en büyük metropollerinden biri akan suya teslim olup can verirken miskin hayatımda değişen bir şey yoktu ve benim sadık yarim Clint Eastwood'du.


Yakınlarda bir yerlerde olsa elini öpmeye hayır duasını almaya gideceğim Clint Amca bu kez 1997 yapımı Absolute Power ile günümü şenlendiriyordu. Bir kez daha hem yönettiği hem de paşalar gibi oynadığı filmde bu kez rolleri güçlü devlet adamı-siyasetçi-bir biçimde yönetici rollerinin duayeni Gene Hackman, "saçları döktük ama bakma bizden daha geçmedi" rollerinin vazgeçilmezi Ed Harris ile paylaşıyor, kızı Alison Eastwood'a ufak ufak yol veriyordu. 24 dizisinin başkan Palmer'ı Dennis Haysbert psikopat gizli servis ajanı rolünü kapıp Beyaz Saray ile olan ilgisini kesmiyordu.


Futbolda da sinemada da kadron güçlüyse, anlattığın hikaye sağlamsa işi şova dökmeye gerek kalmıyor. Clint Amca, tabi ki bu gerçeğin farkında ve yine her zamanki gibi aile bağları zayıf (en azından görünüşte), yalnız ve Kore Gazisi bir orta sınıf mensubu olarak ortaya çıkıyor ancak bu kez namuslu Amerikalıyı oynamak yerine işi Arsen Lüpenvari hırsızlığa döküyor.


Hırsızlar, bir yerlere kimseden izin almadan geldikleri (her iki manada) ve bir şeylerin yerini yine kimseden izin almadan değiştirdikleri için sevilmezler ama bütün bunların üstüne bir de cinayet tanığı olurlarsa onlardan kötüsü yoktur. Üstelik politik bir krize yol açacaklarsa ayak altından çekilmeleri en başta kendi sağlıkları için faydalı olacaktır amma kimse Clint Amca'nın gözüne baka baka yalan söyleyemez.


Böylesine bir gerilimle başlayan filmimiz hiçbir gösterişe, patlamalı, çatlamalı sahnelere yüz vermeden usta oyuncuların elinde büyüyor ve politik gerilim nedir dosta düşmana öğretiyor. Hele başkanın şeytanın arka pabucu kıvamındaki danışmanıyla etrafa tartıştıklarını çaktırmadan dans ettiği bir sahne var ki emininm Hitchcock görseydi o da beğenirdi.


Böyleyken böyle. Yazın veda ettiği, kışın açıktan açığa saldırıya geçtiği şu günlerde Pazar günlerinin miskinliğini Clint Amca'dan başka kim heyecana çevirebilir ki?

10 Eylül 2009 Perşembe

ANNE, BABAM ŞAİR OLDU

Gazetelerin günlük tirajlarına bakıldığında her eve girebilmekte mahir olmakla övünen Hürriyet'i, aklın Pazar günleri tatil yapmayacağını vurgulayarak entelim bugün, dantelim bugün şarkısını söyleyen Radikal'i ya da ne bileyim kimlerin, hangi vesileyle kaydettiğini merak ettiğim ses kasetleriyle (Harbiden kasete mi kaydediyonuz lan, bu devirde!!!) gündemi değiştiren Taraf'ın değil Posta Gazetesi'nin açık ara birinci olduğunu görebiliyoruz.
--------PEŞİNEN EDİT------
Aslında görmüyoruz, Zaman Gazetesi birinç görünüyor. Ama onların değişik bir abonelik sistemleri var. Misal öğrenciyken kaldığım yurt odasının kapısının altından her sabah bir adet Zaman Gazetesi atılırdı. Ama aramızdan hiçbirimiz abone değildik.
--------PEŞİNEN EDİT SONA ERMİŞTİR.
Posta'nın en çok satan gazete olmasında cümleleri benim gibi bitmek bilmeyen adamların bu sevimli gazetede yazmıyor olmasının payı büyüktür eminim. Ondan sonra süper bir bulmaca ekleri var, insan içi bayılana kadar bulmaca çözebilir Çengeli, karesi, harf karalamacası, efendime söyleyeyim boşluk doldurması falan harika. Sonracığıma gazetenin ağır topu Haydar Dümen memleketteki tüm kızlığım bozulur mu, benimkinin boyu yeterli mi sorularını delirmeden cevaplıyor her gün. (Bir bu acıbağ kızlığım bozulmuş mudur, bir de acıbağ orucum bozulmuş mudur soruları gençliğimi yedi şerefsizim, bu adamlar sabır taşı olmalılar ki çatlamadılar)
Akabinde sosyete sayfası var, bizim gibi aç köpekler sosyetik güzellerin baldırına bacağına baksın, armudun iyisini ayılar yer hacı diye birbirini dürtüklesin maksadıyla düzenlenmiş bol resimli, şatafattan kırılan .... Ama bunların hiçbiri Posta'nın en çok okunan gazete olmasının nedeni değil. Posta'nın gizli silahı derinliklerinde gizli;Amatör şairler köşesi, şiirini yazıyorsun, fotoğrafını ekliyorsun, gönderiyorsun Posta'ya, yayınlıyorlar.
Bundan daha interaktif, bundan daha halkın ilgisini üzerine çekebilecek bir konu bilmiyorum şahsen. Bir kere memleketin yarısı aşk acısı çekiyor. Herkesin illa ki ulaşamadığı bir kızıl elması var. Komşunun kızı, dairedeki mesai arkadaşı, yazlıktaki sarışın, okuldaki esmer, en son 1967'de İzmir'de bir düğünde gördüğü güzel danseden hatun. Var yani hepimizin bir sevdiği, seviyoruz aşığız ulan.
Her ne kadar dışarıya yansıtmasak da hepimizin içinde hassas bir öküzcük var aşkını hatırladıkça hislenen. İşte abilerim, ablalarım, için için yanan, maziyi hatırladıkça hislenen insanlar, insanımız (İçimdeki Tayfun Talipoğlu aşkı bambaşka) şiir yazıyor. Şiir yazıyor ve Posta'ya gönderiyor.
Buraya kadar her şey normal, ama benim babamın resmini Posta Gazetesi'nde amatör şairler köşesinde görmem normal mi sayın abim? Gazeteye bakıyorum, aa, o ne, peder bey genel müdür gibi giyinmiş, yanında da şiiri gazetelerde boy gösteriyor. Ama ben anlamalıydım, babamdaki bu potansiyeli görmeliydim. Bu adam (Adam deme babaya) daha önce Aydın Kütüphanesi tarafından Yılın En Düzenli Okuru seçilmişti. Bu kadar çok okuyan adam elbet sonunda üretime geçecekti.
Emeklilik zor iş sayın abim

2 Eylül 2009 Çarşamba

SU AKAR FEDERASYON BAKAR


Bilindiği üzere 30.08.2009 tarihinde yapılan kongre neticesinde pek sevgili Melih Gökçek başkanın, mahdumu, şeker insan, yırtıcı forvet Ahmet Gökçek Ankaragücü Klubü başkanlığı'na seçildi. Can dostum, güzel insan, veliaht prens Gökçek ekibinden 15, "bir koltuğa oturdun mu sakın ha kalkma" isimli türküyü yıllardır yanık yanık tererrüm eden Aydınoğlu Cemal Bey ekibinden 15 kişi, "kendi gitti, adı kaldı yadigargillerden MKE'den 2 kişi yönetime seçilerek 32 kişilik kodumu oturtacak muhteşem, dev bir kadro kurdu. Böylesine muhteşem, böylesine güzide insanlardan oluşan yönetim kurulunun Ankaragücü'nü çekemeyenlere, başarının sadece İstanbullulara ait olmasını isteyenlere korku vereceği kesindi ve federasyonun inceleme başlatması gecikmedi.

Gecikmedi derken, "gecikmek" göreceli bir kavram takdir edersiniz ki. Kime göre gecikmedi, neye göre gecikmedi? Federasyon, halen Ankaraspor ve Ankaragücü diye iki tane takım olduğuna göre gecikmiş sayılmayız diye düşünmüş olacak ki, Aydınoğlu Cemal Bey ile Gökçekoğlu Hakanı, Ankara Prensi Melih Gökçek'in süper sırıtık pozları gazetelerde boy boy yer alırken herhangi bir inceleme başlatma ihtiyacı duymadı. Ta ki veliaht prens, temiz yüzlü, melaike Ahmet Gökçek başkan seçilene kadar. Ancak ondan sonra "galiba bu Ahmet Bey oğlum Ankarapor'da da görev yapmıştı" diyen federasyon, dostlar alışverişte görsün isimli düğmeye bastı.

Federasyon düğmeye basadursun, iş bilen kılıç kuşanan 32 kişilik dev kadro "atı alan Üsküdar'ı geçti, yavrum hey hey" hamlesiyle karşı saldırıya kalktı ve Ankarapor'un kaptanı Hürriyet, geçen yıl en çok gol atan oyuncusu Mehmet Çak Çak Çak Çakır, Trabzon'da dikiş tutturamasa da Gençlerbirliği'nde gayet iyi oyunlar çıkartan Risp'i ve M.Hanefi'yi 49 yıllığına olmasa bile 2 yıllığına kiralayı kiralayıverdi. Aaaa, olmaz, vallahi inceleme isteriz, bak ölümü gör inceleme yapmazsan diye ısrarcı olan Ahmet'im isteği üzerine federasyonun bu konuda da bir inceleme başlatması bekleniyor.

Bütün bunlar olurken üzerine ölü toprağı serilmişgillerden basın, hülyalara dalmış vaziyette "yitip giden huuu, hayalleri huuu, bir yerlerde bulsammm" diye bir şarkı dinliyordu radyodan. O yüzden konuyla ilgilenemeyecek kadar meşguldu. Bir de Sercan Yıldırım'ın hangi takıma gideceği mevzuu çözülememişti bir türlü, halbuse 8 milyon öro+wederson karşılığında dediydiler, niye böyle oldu acıbağ?